Türkçeye "anlam bilim" olarak çevirebileceğimiz semantik, gramer için olduğu kadar büsbütün edebiyat için de oldukça önemli bir kavramdır. Romanların en önemli kaygısı bana göre mesaj ve anlam kaygısıdır. Eğer, bir roman yazarı yazdığı romanında istediği anlamı, okuyucuya geçiremiyorsa bu yazarın başarılı ve nitelikli bir yazar olduğunu söylemek güçtür. Anlam bakımından yoğun ve güçlü olan bir romanın ise okuyucuya geçmemesi gibi bir ihtimal söz konusu bile değildir kanaatimce. İşte burada da yazarın ustalığı devreye giriyor ki zaten nitelikli bir yazarın ana malzemesi dil ile anlamı okuyucuya verebilmektir. Genel bir görüşe göre, kitap, yazardan çok okuyucunundur, yani bu açıklamayı biraz daha açacak olursak, okuyucu bir romandan ne anlıyorsa, roman odur. Bu görüşe kısmen katılmakla birlikte aslında pek de öyle olmadığını düşünüyorum.
Bir yazar, biraz önce de belirttiğim gibi eğer gerçekten nitelikliyse, kitabı yazarken daha sonrasında okuyucunun kitaptan ne anlamasını istiyorsa onu rahatlıkla okuyucuya geçirebilir. İşte burada semantiğin gücü devreye giriyor, yazar eserinin anlam derinliğine ne kadar dikkat eder ve okuyucuya aktarabilirse, okuyucu da bunu o derecede alacaktır.
10 Mayıs 2016 Salı
Etimolojinin önemi üzerine
Türk milleti olarak konuştuğumuz kelimelerin öz Türkçe mi olup olmadığına dikkat ediyor muyuz? Yoksa, tabiri caizse pek de umursamıyor muyuz? Şahsi fikrimi belirtmem gerekirse ben açıkcası pek de öz Türkçe olup olmadığını düşünmediğimizi düşünmekteyim. Peki, bir kelimenin öz Türkçe mi olup olmadığını nasıl bileceğiz? İşte burada da Türkçesi "köken bilim" olan etimoloji devreye giriyor. Kelimelerin kökenlerini araştırdığından dolayı oldukça kıymetli bulduğum bu bilim dalı, bizlere kullanılan kelimelerin geçmişlerine ait bilgiler verdiğinden dolayı çok kıymetlidir.
Etimolojinin önemiyle ilgili bir diğer soru da şudur; bir milletin konuştuğu kelime artık o millete ait mi kabul edilmelidir, yoksa bir milletin kendi öz diline ait kelimelerle birlikte var olduğunu mu düşünmemiz gerekmektedir? Ben, şahsen, bu sorunun birinci kısmına şüpheli bakmakla beraber ikinci kısmına kesinlikle evet diyorum. Etimolojinin bizlere sunduğu kelimelerin kökenlerinin bizi millet yapan değerlerden olduğunu düşünmekteyim.
Etimolojinin önemiyle ilgili bir diğer soru da şudur; bir milletin konuştuğu kelime artık o millete ait mi kabul edilmelidir, yoksa bir milletin kendi öz diline ait kelimelerle birlikte var olduğunu mu düşünmemiz gerekmektedir? Ben, şahsen, bu sorunun birinci kısmına şüpheli bakmakla beraber ikinci kısmına kesinlikle evet diyorum. Etimolojinin bizlere sunduğu kelimelerin kökenlerinin bizi millet yapan değerlerden olduğunu düşünmekteyim.
Divan edebiyatında mazmunların önemi üzerine
Klasik Türk Edebiyatı olarak da adlandırabileceğimiz eski edebiyatımız olan divan edebiyatı, genel hatlarıyla belirtmek gerekirse, mecazi aşk ve ilahi aşk gibi iki ana konu başlığı altında da toplayabileceğimiz bir edebiyattır. Divan edebiyatında, ilahi aşkla da mecazi aşkla da ilgili son derece hacimli eserler verilmiştir ve bu da eski edebiyatımıza hayranlık duymamız için yeter de artar bile. Yalnız, şairler daha çok bu iki ana başlık altında topladıkları tüm bir edebiyat tarihinde hem mecazi hem de ilahi aşklarını olduğu gibi mi anlatmışlardır? Pek tabii, aşklarını olduğu gibi anlatsalardı hem onlar şair olmazlardı hem de yazdıklarına şiir denemezdi. Peki ne yapmışlardır bu şairler? Şiirlerine mazmun denilen, en kaba tabiriyle şiirlerde daha çok benzetme amacıyla kullanılan kalıplaşmış sözler ile bir anlam derinliği vererek ustalıklarını konuşturmuşlardır.
Örnek vermek gerekirse, bir şair, şiirinde sevgilinin boyundan bahsedecek olduğu zaman, direkt olarak sevgilinin boyu demez, boy yerine benzetme amaçlı olarak kullanılan bir mazmun olan "servi"yi kullanarak anlamı pekiştirir. Bunun gibi daha nice örnekleri sıralamak mevcuttur. Sözün özü, mazmunlar, divan edebiyatına müthiş bir derinlik katmıştır ve şairlerin de ustalıkla kullanmaları neticesinde divan edebiyatını oluşturan en nadide parçalardan olmuşlardır.
Örnek vermek gerekirse, bir şair, şiirinde sevgilinin boyundan bahsedecek olduğu zaman, direkt olarak sevgilinin boyu demez, boy yerine benzetme amaçlı olarak kullanılan bir mazmun olan "servi"yi kullanarak anlamı pekiştirir. Bunun gibi daha nice örnekleri sıralamak mevcuttur. Sözün özü, mazmunlar, divan edebiyatına müthiş bir derinlik katmıştır ve şairlerin de ustalıkla kullanmaları neticesinde divan edebiyatını oluşturan en nadide parçalardan olmuşlardır.
Romanlarda dilin önemi üzerine
Roman dediğimiz edebi türün ana malzemesi dildir. Peki, bu dil dediğimiz malzeme, romanlarda nasıl kullanılmalıdır veya nasıl kullanılmaktadır? Dil, usta yazarlar tarafından romanlarda öyle bir kullanılır ki, yazar, okuyucuyu tabiri caizse istediği yöne çeker. Yani, kitabı yazarken, okuyucunun ne anlamasını istiyorsa, o şekilde anlar okuyucuyu romanı, bunu yapmak için de tabii öyle alalede bir yazar olmaktan çok tam anlamıyla nitelikli bir yazar olmak lazımdır ki bu konuda sayısız örneği görebilmek için uzaklara gitmeye gerek yoktur, zira, edebiyatımız bu konuda tam anlamıyla bir hazine niteliğindedir.
Romanlarda, yazarın amaçlarından biri de betimlemeler yoluyla okuyucuya hayal kurdurtabilmektir, zaten betimleme dediğimiz terim de en kaba tabiriyle, kelimelerle resim yapmaktır bir bakıma. Bu tabirden yola çıkarsak, bir yazar, dil gücü sayesinde öyle bir resim sunar ki önünüze, işte o zaman yazara hayran kalmaktan başka elinizden bir şey gelmeyecektir. Sözün özü, dil dediğimiz malzeme, nitelikli yazarların elinde olduğu zaman tam anlamıyla bir hazineye dönüşür ve o hazinenin içinden çok kıymetli yeni hazineler olan romanları ortaya çıkarır...
Romanlarda, yazarın amaçlarından biri de betimlemeler yoluyla okuyucuya hayal kurdurtabilmektir, zaten betimleme dediğimiz terim de en kaba tabiriyle, kelimelerle resim yapmaktır bir bakıma. Bu tabirden yola çıkarsak, bir yazar, dil gücü sayesinde öyle bir resim sunar ki önünüze, işte o zaman yazara hayran kalmaktan başka elinizden bir şey gelmeyecektir. Sözün özü, dil dediğimiz malzeme, nitelikli yazarların elinde olduğu zaman tam anlamıyla bir hazineye dönüşür ve o hazinenin içinden çok kıymetli yeni hazineler olan romanları ortaya çıkarır...
8 Mayıs 2016 Pazar
Roman yazımı ve tarih ilişkisi üzerine
Tarih, edebiyata kaynaklık eden ilim-bilim dallarından biridir. Ben, bu yazıımda tarihin tüm bir edebiyata değil de romanlara nasıl kaynaklık ettğini naçizane kendi fikirlerimle ortaya koymaya çalışacağım. Tarih, şiire çeşitli benzetmeler, söz sanatları aracılığıyla kaynaklık ettiği gibi, bir diğer edebi tür olan mensurlara yani daha da özelde romanlara da pek çok şekilde kaynaklık eder, tarihi olaylar üzerine pek çok roman yazılmıştır, tabii ki eklemeler yapılarak... Son zamanlarda roman ve tarih ilişkisine dair gördüğüm en güzel örnek, ünlü yazar Ahmet Ümit in Elveda Güzel Vatanım adlı eseri idi. Bu eserde İttihat ve Terakki ile ilgili olaylar nasıl romana müthiş bir derinlik verdiyse, aynı şekilde romanın kendisi de o yılları, o olayları tam olarak bilmeyenlere aynı şekilde güzel bir öğretici görevle, bilgi vermiştir. Bu, tarih ve edebiyatın ama daha özel olarak tarih ve romanın karşılıklı ilişkisine dair muazzam bir örnektir. Sadece geçmiş tarih değil, görece yakın tarihe dair de çok özel ve güzel bir örnek geliyor aklıma o da dünyaca ünlü yazar Khaled Hossaini nin Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş adlı romanları. Bu kitaplarda yazar 1800 lü veya daha eski yıllara gitmiyor, görece daha yakın geçmiş olan 1940 lı 50 li yıllardaki tarihi olayları da romana ekleyerek romanına müthiş bir derinlik kazandırdığı gibi aynı zamanda yine tarihsel anlamda bir öğreticilik görevini de üstlenmiş oluyor. Tarih ve edebiyatın, ama daha özelde roman yazım türünün karşılıklı ilişkisini daha iyi açıklayan iki örnek olamazdı herhalde...
Roman ve mesaj kaygısı üzerine
Romanlar, genel tabiriyle belli bir olay örgüsü olan, çoğunlukla kurmaca şekilde vücuda getirilen, güçlü betimlemelerle süslenen bir edebi türdür en kaba tabiriyle. Peki, bu edebiyat için çok önemli türlerden biri olan romanlar, mesaj kaygısı güderek mi yazılmalıdır, yoksa sadece roman yazmak için mi yazılmalıdır? Kanaatimce, pek çok sanat yapıtında olduğu gibi romanlarda da belli bir mesaj kaygısı olmalıdır yani roman dediğimiz türe ait eserlerde belli bir mesaj olmalıdır, yani roman sadece roman yazmak için yazılmamalıdır. Ama bu demek değildir ki roman yazmak için yazılan romanlara yani sanatı sanat için yapan eserlere saygımız yok, pek tabii ki her türlü sanat yapıtına kişisel olarak sonsuz saygım vardır, sonuçta bir emek vardır ortada. Ama, romanlarda yazarın belli bir mesajı olması gerektiğine inananlardanım. Bu mesaj, toplumsal olabileceği gibi son derece bireysel de olabilir. Roman dediğimiz tür, sadece aşkı konu edinmemelidir bence, öyle romanlar vardır ki, bakıldığı zaman kişisel gelişim kitabından hiç mi hiç farkı yoktur, yine öyle romanlar vardır ki çoğu politik kitapta görülemeyecek derecede topluma katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Sonuç olarak biraz önce de belirttiğim gibi her türlü sanat yapıtına olduğu gibi tüm romanlara da saygım vardır ancak, kişisel olarak, roman dediğimiz türün pek çok sanat yapıtı gibi belli bir mesaj vermesini bekleyen okuyuculardanım...
Biyografi yazılarının önemi üzerine
Biyografi, en kabaca açıklamasıyla; alanında ünlenmiş bir kişinin hayatını konu alan bir yazı yazılmasıdır. Otobiyografiden farkı ise, otobiyografi; kişinin kendi hayatını yazmasıdır, biyografi ise başkasının, -çoğunlukla bir araştırmacının- alanında ünlenmiş bir insanın hayatını kaleme almasıdır. Peki, neden önemlidir biyografi yazarlığı ve biyografik yazılar? Bence en önemli yanı, tarihe yardımcılığıdır. Önemli bir tarihsel kişiliğin hayatıyla ilgili bilgileri, o kişinin biyografisinden başka yerde arayamayız. Örnek vermek gerekirse; Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ün hayatıyla ilgili bilgi edinmek istersek hakkında yazılmış onlarca, belki yüzlerce biyografik eseri inceleyip en sağlam bilgileri o biyografik kaynaktan edinebiliriz. Biyografik yazıların tarihe yardımcılık misyonunun yanında insani olarak, önemli bir kişiye hayranlık besleyen, ondan ilham alan, onu kendine idol olarak alan bir çocuğun da bilgilenmesini sağlamaktır örneğin. Başka bir örnek vermek gerekirse örneğin çok ünlü bir bilim insanını örnek alan bir çocuk, o ünlü bilim insanı hakkında yazılan biyografik yazılar sayesinde o kişi hakkında oldukça sağlam bilgilere erişebilecektir. Sonuç olarak; biyografi, bize hayranlık duyduğumuz kişiler hakkında önemli bilgilere ulaşma imkanı sağlayıp, o kişiyi daha iyi tanımamızı sağlayacağı gibi, tarihsel misyonu sayesinde bir anlanda ilim, bilim dünyasına da katkı sağladığından dolayı son derece kıymetlidir...
Otobiyografinin önemi üzerine
Belli bir alanda ünlenmiş bir kişinin kendi hayatıyla ilgili bilgi verme amaçlı yazdığı yazılara otobiyografi denir. Peki, kendi alanında ünlenmiş bir insanın kendi hayat hikayesini anlatması neden önemlidir? Kanaatimce otobiyografi, daha çok o kişiyi örnek alanlara ilham vermek için ve o kişinin hayatını merak edenler için çok ilgi çekici ve yararlı bir yazı türüdür. Çoğumuz duymuşuzdur; öğrenmenin en iyi yollarından biri taklit etmektir. Bir insanın daha çok, alanında başarılı kişileri örnek alacağını düşünürsek, otobiyografi yazım türünün önemini daha iyi kavrayacağımızı düşünüyorum. Örneğin; bir insan, kendisine Albert Einstein i örnek alıyor ve bunu aslında hayran olduğu için yapıyor. Bu kişi için Einstein in biyografisini okumak bir kez faydalı olacaksa -eğer varsa, tam bilmiyorum.- otobiyografisini okumanın iki kez faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü, kişi, kendisini, kendisinin yaşadıklarını yine en iyi kendisi anlatabilir kanaatimce, çünkü adı üstünde kendisi yaşamıştır ve ondan iyi kimse bilemez. Biyografi, başka birinin, sizin hayatınızı yazmasıdır, otobiyografi ise kendi hayatınızı, yani başka bir deyişle başrolünü oynadığınız bir filmin senaryosunu kendinizin yazmasıdır ve bu şekilde, sizin gittiğiniz yoldan gitmek isteyen çocuklara daha iyi ilham verebilir ve örnek olabilirsiniz bence...
7 Mayıs 2016 Cumartesi
Edebiyat-Tasavvuf ilişkisi üzerine
Tasavvuf, okuduğum şiirlerden ve bölüm derslerimden yaptığım bir çıkarımdan hareketle ifade etmem gerekirse; dinin içine aşk katarak dini yaşama olarak ifade edebileceğim çok derin bir olgudur. Pek tabii ki içinde aşk bulunduğundan dolayı edebiyatta da ve özellikle divan edebiyatımızda kendine oldukça fazla yer bulmuştur. Şairler, genel olarak ilahi aşk ve mecazi aşk şairleri olmak üzere ikiye ayrılabilirler. Pek tabii hem ilahi aşk şairi olup, hem mecazi aşk şairi olanlar da vardır, örneğin muhteşem şair Fuzuli gibi... Fuzuli nin yazdığı muhteşem şiir olan Su Kasidesi, tasavvufi şiirin en nadide örneklerindendir. Tam bir aşk şiiri olduğu gibi tam bir ilahi şiirdir de aynı zamanda. Hz. Muhammed e olan gönül bağını o kadar içten ve safiyane duygularla o kadar muhteşem bir şekilde ifade etmiştir ki, kanaatimce, Müslüman olmayanları bile ağlatabilecek kadar insanı duygulandıracak bir şiirdir.
Tasavvuf ve edebiyat denince aklımıza yalnızca Fuzuli mi gelmelidir peki? Tabii ki hayır, eğer bu şekilde düşünürsek büyük mutasavvıflarımıza çok büyük haksızlık etmiş oluruz. Mevlana gibi, Ahmed Yesevi gibi, Hacı Bektaş-ı Veli gibi, Yunus Emre gibi, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal gibi Allah aşkıyla yanıp tutuşan büyük insanlara haksızlık etmemeliyiz.
Sonuç olarak, tasavvuf dediğimiz müthiş duygulu olgu, duyguyu baş konu edinen edebiyatımızın içine de pek tabii ki sirayet etmiştir. Ve bu müthiş ilişki, müthiş şairlerin ve müthiş eserlerin oluşmasına da katkı sağlamıştır ve hiç şüphesiz bu da edebiyatımıza ve kültürümüze müthiş bir katkı sağlamıştır...
Tasavvuf ve edebiyat denince aklımıza yalnızca Fuzuli mi gelmelidir peki? Tabii ki hayır, eğer bu şekilde düşünürsek büyük mutasavvıflarımıza çok büyük haksızlık etmiş oluruz. Mevlana gibi, Ahmed Yesevi gibi, Hacı Bektaş-ı Veli gibi, Yunus Emre gibi, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal gibi Allah aşkıyla yanıp tutuşan büyük insanlara haksızlık etmemeliyiz.
Sonuç olarak, tasavvuf dediğimiz müthiş duygulu olgu, duyguyu baş konu edinen edebiyatımızın içine de pek tabii ki sirayet etmiştir. Ve bu müthiş ilişki, müthiş şairlerin ve müthiş eserlerin oluşmasına da katkı sağlamıştır ve hiç şüphesiz bu da edebiyatımıza ve kültürümüze müthiş bir katkı sağlamıştır...
Edebiyat-din ilişkisi üzerine
Din, asırlardır insanları etkisi altına alan ve dünyadaki insanların çok büyük bir çoğunluğunun -hangi din olursa olsun- inandığı bir olgudur. Diğer dinleri bilemem ama İslamiyet, çok eski tarihlerden beri özellikle divan edebiyatında kendini oldukça fazla göstermiştir, hatta diyebiliriz ki divan edebiyatının aşktan sonraki ikinci başlığıdır din...Gerek Hz. Muhammed in hayatı, gerek Kuran-ı Kerim gibi konular divan edebiyatında oldukça yer kaplayan konulardır. Hz. Peygamberin de şiiri öven hadislerinin bulunmasının şairlerde bir etki yarattığını düşünmemiz hiç de zor olmayacaktır kanaatimce. Ayetlerin kullanıldığı söz sanatı olan iktibas, aslında bu din ve edebiyat ilişkisinin en nadide örneğidir kanaatimce. Divan şairlerimiz, dine o kadar önem vermişlerdir ki divanlarına besmele ve münacat ile başlamışlardır.
Edebiyat-psikoloji ilişkisi
Psikoloji, Latince bir terimdir ve Türkçesi ruh bilimdir. Yani, bireyin ruhsal yapısını inceleyen bilim dalıdır. Edebiyat dediğimiz hadise de genel olarak insan duygularıyla, insanın ruhsal alemiyle ilgilenen bir türdür desek yanlış olmaz herhalde. Doğal olarak bu iki tür birbirleriyle ilişki halindedir. Ben bu yazıda daha çok psikolojinin edebiyat üzerindeki etkilerine değinmek istiyorum.
İnsanların ruhsal yapısını inceleyen bilim dalı olan psikoloji, edebi türlerde ama daha çok romanlarda kendini oldukça hissettirir. Romanlarda daha çok Tanrısal yani İlahi bakış açısında yazar, bireyin ruh halini, yapacağı veya yapmayı düşündüğü şeyleri bilir ve bunu da satırlara döker. İşte bu Tanrısal bakış açısı bile edebiyat ve psikoloji arasındaki ilişkinin en nadide örneklerindendir.Çoğu romanda bireyin ama daha çok ana karakterin psikolojisine yer verilir. Bu psikoloji çevresinde bir olay örgüsü kurulur ve psikoloji bilimin bilmeyen bir yazarın, karakterin psikolojisini tahlil etmesi ve yansıtması ve bunun sonucunda bu konuda okuyucuya geçmesi de çok zordur.
İnsanların ruhsal yapısını inceleyen bilim dalı olan psikoloji, edebi türlerde ama daha çok romanlarda kendini oldukça hissettirir. Romanlarda daha çok Tanrısal yani İlahi bakış açısında yazar, bireyin ruh halini, yapacağı veya yapmayı düşündüğü şeyleri bilir ve bunu da satırlara döker. İşte bu Tanrısal bakış açısı bile edebiyat ve psikoloji arasındaki ilişkinin en nadide örneklerindendir.Çoğu romanda bireyin ama daha çok ana karakterin psikolojisine yer verilir. Bu psikoloji çevresinde bir olay örgüsü kurulur ve psikoloji bilimin bilmeyen bir yazarın, karakterin psikolojisini tahlil etmesi ve yansıtması ve bunun sonucunda bu konuda okuyucuya geçmesi de çok zordur.
Edebiyat ve Sosyoloji ilişkisi üzerine
Edebiyat ve sosyoloji yani toplum bilim, liselerde ve daha derinlemesine ve kapsamlı olarak üniversitelerde okutulan, öğretilen iki ana dal. İkisinin de kendi içlerinde müthiş bir derinliğe sahip başlıklar olduğu aşikar. Ancak, bu iki büyük ana başlığın, birbiri arasında nasıl bir ilişki var? İşte bu blog yazısında kabaca bir şekilde bunu biraz olsun irdelemeye ve kendi düşüncelerimi satırlara dökmeye çalışacağım. Tabii daha çok sosyolojinin edebiyata etkisi üzerine olan düşüncelerimi...
Yazının giriş kısmını bu şekilde yaptıktan sonra gelişme kısmında direkt bir şekilde girmek istiyorum. Edebi türlerde, ama daha çok romanlarda toplumun yaşayış şeklini, o topluma mahsus halleri ve hareketleri rahatlıkla görebiliriz, bu tarz bir içeriğe sahip romanları hem Türk edebiyatında hem de yabancı edebiyat sahalarında görmek hiç zor değildir. Peki, bundan ne anlıyoruz? Buradan anlayacağımız şey, daha doğrusu benim anladığım şey; yazarların yaşadıkları toplumdan bağımsız eser veremeyeceğidir. Yani, bir yazar, yaşadığı toplumun değişimlerine, toplumda olan gelişmelere, kısacası yaşadığı topluma karşı kayıtsız kalamaz ve bunu da eserlerine yansıtır.
Yazının giriş kısmını bu şekilde yaptıktan sonra gelişme kısmında direkt bir şekilde girmek istiyorum. Edebi türlerde, ama daha çok romanlarda toplumun yaşayış şeklini, o topluma mahsus halleri ve hareketleri rahatlıkla görebiliriz, bu tarz bir içeriğe sahip romanları hem Türk edebiyatında hem de yabancı edebiyat sahalarında görmek hiç zor değildir. Peki, bundan ne anlıyoruz? Buradan anlayacağımız şey, daha doğrusu benim anladığım şey; yazarların yaşadıkları toplumdan bağımsız eser veremeyeceğidir. Yani, bir yazar, yaşadığı toplumun değişimlerine, toplumda olan gelişmelere, kısacası yaşadığı topluma karşı kayıtsız kalamaz ve bunu da eserlerine yansıtır.
6 Mayıs 2016 Cuma
Şiir ve tarih ilişkisi
Bundan bir kaç yazı önce divan edebiyatında, dönemin tarihiyle veya sosyal hayatıyla ilgili bilgi edinebileceğimizi belirtmiştim. Bu çerçeveyi sadece divan edebiyatı olarak dar bir şekilde ele almayıp, özelde şiir ve genelde tüm edebiyat tarihimiz olarak ele alırsak, gerek Cumhuriyet dönemi edebiyatımızda, gerek halk edebiyatımızda gerekse bence en hacimli edebiyatımız olan divan edebiyatımızda üstün körü değil de derinlemesine, esaslı bir araştırma yapıldığında gerek sosyal hayat, gerekse tarihsel olaylarla ilgili önemli bilgiler elde edilebileceğine inanıyorum. Tarih, edebiyatta nesirde olduğu gibi nazımda da yani şiirde de kendini pek tabii gösterebilir. Örnek vermek gerekirse; şair, yani aşık, sevgiliye "tahammül mülkünü yıktın, Hülagü Han mısın kafir?" dediğinde edebi anlamda sevgiliyi Hülagü Han a benzeterek teşbih sanatını uyguladığı gibi, diğer bir taraftan baktığımızda da aslında Hülagü Han ın yakıcı, yıkıcı bir Han olduğu konusunda da okuyucuyu bilgilendirmektedir aslında. Yazının başında da belirttiğim gibi derinlemesine bir araştırmayla şiirlerimizin içinde tarihle ilgili ciddi bilgiler bulabiliriz ve şiir ve tarihin ne kadar da iç içe şeyler olabileceğine tanıklık edebiliriz.
Dil ve tarih ilişkisi
Dil ve tarih, başlı başına iki büyük başlıktır aslında. İkisi için de üniversitelerde bölümler vardır ve bir sürü öğrenci, bu konularda eğitim görürler. Yani, bu iki başlık, derinlemesine incelenen iki ayrı bilim dalıdır aslında. Peki, bu iki hacimli başlık arasında nasıl bir ilişki vardır? Pek tabii ki, birbiriyle ilişki içindedirler, tarihin çok eski devirlerini araştırmak istediğimizde kitaplara başvururuz veya, bir kazıda bir tarihi eser niteliğindeki bir eşya, bir duvar yazısı vb. gördüğümüzde bunu yazısından yani dilinden çözeriz. Diğer yandan, dil konusunda eski devirlere dair bir araştırmada bulduğumuz belgelerde okuyamadığımız bir kelime olduğunda, bulduğumuz metnin tarihini biliyorsak ona göre yorumlayarak doğru bir yorum yapabiliriz. Söz gelimi, Köktürkler ve Uygurları dilleri sebebiyle tarihte iki ayrı devlet olarak alırız bir nevi. Diğer taraftan baktığımızda ise Köktürkler ve Uygurları, tarihlerindeki olayların farklılıklarından dolayı iki ayrı Türk dili olarak dil tarihinde yer veririz. Biraz önceki satırlarda geçen dil tarihi lafzı bile, aslında bu konuyu özetlemeye yeter de artar bile. Verdiğim Köktürkler ve Uygurlar arasındaki ilişkileri dil tarihi açısından da ele alabiliriz, sadece tarih açısından veya sadece dil açısından da ele alabilliriz, özetle bu iki hacimli başlık, her zaman karşılıklı, birbirlerini besleyen bir ilişki içindedirler...
Bireyi geliştirmek ve toplum ilişkisi
Bir kişiyi çeşitli konularda eğitmek, olduğu seviyeden daha yukarı çıkmasını sağlamak, gelişmenin, geliştirmenin kabaca tanımıdır diyebiliriz. Bireyi geliştirmek, yani onu eğitmek o bireyin daha iyi bir yaşama sahip olmasını sağlayacaktır ve olduğundan daha ileri bir seviyeye geçmesini sağlayacaktır. Peki, bireyin bu gelişimi, içinde bulunduğu toplumu nasıl etkileyecektir? Bunun cevabı da oldukça basittir. Bu mesele, özelden genele doğru bir gelişim gösterir. Aynı zamanda da iç içedir, yani cümleyi toparlarsak; toplum, eğitim kurumları vb. ile bireyi eğitir, geliştirir, toplumun geliştirdiği birey, bu gelişim ve ilerlemeyle toplumu geliştirir ve ileriye gitmesine yardımcı olur. Birey, toplumu sadece ama sadece siyasetle, politikayla veya buna benzer şeylerle geliştirmez, örnek vermek gerekirse bir kişi, öğretmen olursa, veya yazar olursa, veya bilim adamı olursa kanaatimce içinde yaşadığı, büyüdüğü topluma son derece katkı verecek bir konumda olacaktır. Sözün özü, söylemek istediğim en özet şekilde şudur ki ne kadar nitelikli nesiller yetiştirirsek, o yetiştirdiğimiz nesiller de bizleri o kadar ileriye götürecektir...
Ezberci eğitim mi, düşündürücü eğitim mi
Bu konu hemen hemen eğitimin ilk zamanlarından yani eski çağlardan beri var olan bir sorundur bence. Yani, öğretici olan kişi, ezberci bir eğitimi mi benimsemeli, yoksa öğrencisini düşündürecek, bir diğer deyişle bakmayı değil görmeyi mi öğretmelidir. İlerde inşallah öğretmen olacak bir birey olarak bence öğrenciye ne kadar düşünmeyi öğretirsek işimizin o kadar hakkını vermiş oluruz. Bir öğretmenin görevi ezberletmekten çok karşısındaki öğrencinin konuyu anlamasını sağlamaktır kesinlikle. Ezberleyen kişi, onun ötesine geçemeyebilir, ancak konuyu anlayan kişi, ezberleyeceği şeyin ötesine geçer ve konunun bütününe hakim olur, biraz önce de belirttiğim gibi, konuyu ezberlemek, bakmayı sağlayacaksa, konuyu anlamak, konunun üzerine düşünmek, baktığımızı görmemizi sağlayacaktır ve bu da son derece kıymetlidir ve olması gerekendir. Eğitim sistemini bunun üzerine kuran bir toplum, temelini sağlam attığı için ilerlemesi olabildiğince hızlı gerçekleşecektir ve toplumun yararına olacaktır.
5 Mayıs 2016 Perşembe
Sairlik ogretilebilecek bir sey midir yoksa dpgustan mi gelir?
Osmanli devrinde sairlik ogretilebilir bir sey olarak goruldugu kadar, dogustan geldigi gorusu de vardi. Tabii ogretilen sairlik de aslinda olmayan bir seyi aciga cikarmiyordu, sadece icerdeki cevheri isleyerek en guzel haline gelmesine katki sagliyordu. Sairlik dedigimiz olaya, Osmanli'da ne kadar buyuk onem verildigi yadsinamaz bir gercek ve gercekci olmamiz gerekirse gunumuzde boyle bir sey hayaldir. Bunun haricinde konumuza donersek, ben sairligin dogustan geldigini dusunuyorum tipki buyuk sair Fuzuli gibi. Tabii icinde sairlik cevher olan bir kisinin buyuk bir sairden ders almasi tabiri caizse 1-0 onde baslamasi anlamina geliyor. Sozun ozu; sairlik dogustan da olsa sonradan da gelse, icinde cevher olmadan bir elmas ortaya cikaramazsin ve cikardigin elmas ne olursa olsun kiymetlidir, siirlerimiz de en az elmas kadar kiymetlidir kulturumuz icin...
Serbest siir mi olculu siir mi? Meselesi
Siir dedigimiz hadise, insanlarin duygularini kafiye, redif gibi ahenk unsurlarinin yardimiyla ifade ettigi bir seydir kaba tabirle. Cok eski yuzyillardan beri insanlar siir yazma gereksinimi duymus, duygularini dile veya kagida dokmustur. Peki, bu siir dedigimiz sey, divan edebiyatimiz veya halk edebiyatimizda oldugu gibi olculu mu olmali yoksa daha cok cumhuriyet devri siiri gibi serbest mi olmali? Sahsen ben, siirin olculu, belli bir duzene sahip olmasi taraftariyim, diger turlu nazimi nesirden yani siiri duz yazidan ayiramayacagimizi dusunenlerdenim acikcasi. Siirin kendine has bir yapisi vardir, olculu ve ahenkli soylenir ve oyle de soylenmelidir. Ama bu demek degildir ki serbest siirler kotudur, hayir, cok guzel serbest siirlerimiz de mevcuttur edebiyat tarihimizde, ben yalnizca nacizane kisisel gorusumu soyleyip, siirin belli bir bicime sahip olmasi gerektigini dusunenlerdenim, ama ikisi de bizim edebiyatimizdir ve sahip cikmamiz gerekmektedir...
Neden kitap okumuyoruz?
Bu soru ve ayni zamanda sorun, ulkemizin en onemli sorunlarindan birk bence. Bir milletin kulturel acidan yasayacagi gelismenin kitaplara verdigi degerle dogru orantili oldugunu dusunuyorum. En basit sekliyle ulkemizden ornek verecek olursak, bir kisi, son model telefona dunya kadar para verir ve bundan gocunmaz, ama kitapa verdigi yaklasik 15-20 tlden rahatsiz bile olabilir ve cogunlukla para bile vermez kitaba. Peki bu neden kaynaklaniyor? Bunun cevabini bulmamizda toplumumuzda yapilacak sosyolojik arastirmalarin verecegi yanitlar dikkate alinmalidir ancak, bence tamamen toplumsal tembelligimizden. Tabii bunda sosyal medyanin da payi vat, insanlar twitterdaki 140 karakteri bile okumaya usenirken, kitap okumalarini beklemek biraz hayalcilik olarak gorulebilir. Bu sorun, hic alalade bir sorun degil, son derece ciddi bir kulturel sorundur ve cozumu icin ciddi calismalar yapilmalidir kanaatimce. Yazimin basinda da belirttigim gibi milletlerin kulturel gelisimleri kitaplara verdigi degerle dogru orantilidir. Gelecekte kitaplara daha fazla deger veren bir millet olmamiz dilegiyle...
Kitaplar ve hayal gucu
Bu yazida ele almak istedigim daha ziyade ilkokul veya ortaokul cagindaki cocuklara okutulan kitaplar. Bu kitaplari ne amacla cocuklara okuttugumuz onemlidir her seyden once. Eger bu kitabi sadece kitap okutmak istedigimiz icin okutuyorsak, onun bile belli bir kiymeti vardir aslinda, cunku cok iyi bildigimiz gibi okumayi sevmeyen bir milletiz. O yaslardaki cocuklara okuttugumuz kitaplarla amaclamamiz gereken sey; kitap okuma aliskanligi kazandirmanin yani sira hayal kurmayi ogretmek ve dusundurmek olmalidir kanaatimce. Bir cocuk, o yaslarda ne kadar hayal kurabilirse, ne kadar okudugu seyler uzerine kafa yorarsa beyin olarak o kadar buyuyecegi kanaatindeyim. En gec ilkokul ve ortaokul siralarindan cocuklara kitap okuma aliskanligi kazandirmak, ileride milletimize cok sey kazandirabilecek bir istir, bunu cok iyi kavramamiz gerekmektedir.
4 Mayıs 2016 Çarşamba
Ogullar ve babalari kitabi uzerine
Ogullar ve babalari adli kitap, bana okuldan sunum yapmam icin verilen bir kitapti. Okudugum zaman, iyi ki bana bu kitap dusmus diye sevindim gercekten. Babalari olmus unlu isimlerin veya olmus unlu babalarin cocuklarinin babalarini anlattiklari bu derleme kitap, yaklasik 30 yazarin babalarini anlattiklari bir derleme kitaptir. İcerisinde İskender Pala'dan Ali Nesin'e, İlber Ortayli'ya kadar pek cok isimi barindiran bu kitap kesinlikle baba-ogul iliskisinin degerinin babalarin oldugunde anlasildigini bize anlatmak istiyor aslinda. Kitap benim gercekten col hosuma gitti ve ders icin verilmis oldugundan zorunlu olma ozelligi tasimasina ragmen tanidiklarima gonul rahatligiyla tavsiye edebilecegim bir kitap kesinlikle.
Dil ve bilim iliskisi uzerine
Dil, aslinda basli basina bir bilimdir. Bunu okudugum bolum sayesinde cok daha iyi kavradim. Gerek tarihi yonden yapilan arastirmalar ile gerekse gramer kismi ile dilin bir ilim alani oldugu yadsinamaz bir gercektir. Diger taraftan, deginmek istedigim diger bir konu ise pozitif bilim olarak adlandirdigimiz bilimlerde dilimize ne derece onem ve ozen gosteriyoruz. Bu konuda rahmetli prof. dr. Oktay Sinanoglu'nun gorusleri millet bizim icin cok onemlidir kesinlikle. Kendisi, uzun yillar yabanci ulkelerde yasadigini, milletlerin oralardaki bilimi ulusal dilleriyle yaptiklarini gorup bizim de boyle yapmamizi belirtip, kendisi de biyoloji gibi bilim dallarinda latince adlarini Turkcelestirip kullanmistir. Keske milletimiz fazla degil, bir kac tane daha Oktay Sinanoglu cikarabilse, bu vesileyle bir kez daha rahmetle aniyorum kendilerini.
Hüseyin Nihal Atsız'ın ilmî ve edebî kişiliği üzerine
Oncelikle belirtmek isterim ki bu yazi bir bilgi verme amaciyla yazilmis bir yazi degildir, sadece Huseyin Nihal Atsiz hakkinda okuduklarim isiginda olusan fikirlerimin satirlara dokulmesidir. Ozellikle belirtmem gerektigini dusundugum bir diger husus da Huseyin Nihal Atsiz'in politik kisiligiyle bu yazinin iceriginin bir alakasi olmadigidir. Atsiz, politik kimliginin yaninda tarihci ve edebiyatci kimligi ile de son derece islere imza atmis bir isimdir. Bu konuda internette yapacaginiz ufak bir arastirma ile bile goreceginiz seyler yeterli olacaktir, onunla yetinmiyorsaniz İlber Ortayli ve Murat Bardakci'nin programlarinda Atsiz'in ilmi kisiligi ile ilgili sarf ettigi sozlere de youtube'dan ulasabilir ve merakinizi giderebilirsiniz. Bu yazdigim yazida belirtmek istedigim not ve ana fikir ise sudur ki: İnsanlarin politik veya dini gorusleri onlarin yaptigi ilmi calismalarin onune gecmemelidir, Atsiz'i veya baska bir ornek olan Celal Sengor'u sevmiyor olabilirsiniz ancak bence, yaptiklari ilime, bilime saygi duymak zorundasiniz...
Edebiyat ve milliyetçilik
Bu konu da değişik şekillerde incelenebilecek konulardan. Edebiyatimizda milli unsurlar var midir? Var ise ne kadar etkilidir? Baska bir deyisle edebiyatla milliyetciligin iliskisi nasildir? Bu sorunun cevabini bulmak icin Türk destan gelenegine bakmamiz yeterlidir aslinda. Milli benligimizi kazandirmak icin ve kuvvetlendirmek icin olusturulan destanlarimiz, olusturulma amaclarini gayet de yerine getirmislerdir. Bugun, bir Ergenekon destaninin veya bir Bozkurt destaninin icerigine baktigimiz zaman milli benligimize katki saglayacak ve bize milli suur kazandiracak baslica yapitlar oldugunu gorebiliriz. Sozun ozu, edebiyat ve milliyetcilik zaman zaman ic icedir.
3 Mayıs 2016 Salı
Edebiyatta sanat toplum için mi sanat için midir meselesi
Bu konu edebiyatın veya sanatın konuşulduğu, tartışıldığı, bahsinin açıldığı hemen hemen her yerde geçen ve oldukça kullanışlı bir konudur. Kimilerine göre sanat sanat içindir, kimilerine göre sanat toplum içindir. Bence bu konuya net bir cevap vermek zordur. Ben okuduğum bölümden yola çıkarak edebiyatla ilgili kısmına kendimce cevap vermek isterim açıkcası. Edebiyatta sanat toplum için midir, toplum için midir meselesine gelince, buradaki sanattan kastımız şiir ise bence sanat içindir. Açıkcası divan edebiyatını gördükten sonra şiir dediğimiz hadisenin bana şiirin sanat için yazıldığını düşündürtmesi çok da zor olmadı. Diğer taraftan romanlarda ise durum farklıdır, romanların çok da sanat için yazılması gerektiğini düşünmemekteyim. Bence roman dediğimiz türde, yazar, eserde belli bir mesaj kaygısı gütmeli ve verdiği bu mesajın da bireyin veya toplumun gelişimiyle doğru orantılı olması gerekmektedir. Sözün özü, bence edebiyatta sanat hem toplum içindir hem de sanat içindir, birbirinden ayrılamaz.
Romanlarda gerçekçilik mi hayalcilik mi meselesi
Uzun zamandır edebiyatımız içinde örneklerine çok sık rastladığımız türlerden biri de tabii ki romanlardır. Bu romanlar gerçekçi ve hayalci bir şekilde yazılabilir doğal olarak. Peki doğru olan hangisidir? Kanaatimce doğru olan gerçekçi roman yazmaktır, yazdığınız şey ne kadar gerçekçi ve hayatın içinden olursa o kadar okuyucuya tanıdık gelecek ve doğal olarak okuyucuyu kitaba çekmek de bir o kadar kolay olacaktır. Bir yazarın başlıca amaçlarından biri de okuyucuyu kitaba çekmetir kanaatimce. Bunu da gerçekçi bir üslupla, okuyucunun yaşadığı veya yaşaması muhtemel olan, çok uçuk kaçık olmayan konulardan bahsedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu şekilde okuyucuyu kitlesi gelişecektir ve sonucunda kitap okuma anlayışımız gelişeceği gibi aynı zamanda doğru orantılı olarak edebiyatımız da gelişecektir.
Markalar ve dükkan adlarının yabancı olması
Bu konu aslında toplumumuzda maalesef çok önemsenmeyen bir konu. Dükkanlarda ve çeşitli markalarda tabelalara baktığımızda çok yüksek bir oranda isimler yabancı isimler oluyor. İşin daha da kötü ve gerçekten hiç yakışmayan kısmı ise Türkçe isimlerin, sanki yabancı bir isimmiş gibi yazılması örnek vermek gerekirse Dervish, vs. gibi. Bu gerçekten çok yanlıştır ve bu konuya önlem alınması için çok ciddi önlemler alınması şarttır diye düşünüyorum. Neden güzelim Türkçe isimleri kullanmaktan vazgeçilip de yabancı isimler kullanılır ki? Bu konuda araştırmalar yapılmalı, gerekçeleri öğrenilip ona göre adım atılmalı ama tahminimce verilen cevapların çoğu ilgi çekici olduğundan dolayı bu isimlerin konulduğu yönünde olacaktır. Her ne kadar ilk bakışta haklı bir savunma gibi gözükse de aslında hiç de haklı bir savunma değildir. Güzelim Türkçemiz varken, yabancı isimler kullanıp tabiri caizse reklam yapmak doğru bir hareket değildir ama yine de saygı duymamız gerekmektedir, tercih meselesidir...
Türk Dili
Güzel dilimiz Türkçe, asırlardır konuşulan ve asırlardır çeşitli şekillerde öğretilmeye çalışılan bir güzide dildir. Ural-Altay dil ailesinde yer alan Türkçemiz, dünyanın en güzel ve özel dillerinden biridir. Bu konuda bilimsel bir yazı değil, tamamiyle kişisel görüşlere ve az biraz da bilgilere yer vermeyi planlıyorum. Dilimiz ile ilgili o kadar konu ve o kadar yapılan ve yapılacak çalışma varmış ki Türkoloji dediğimiz sahanın çok büyük bir kısmını Türk dili ile ilgili çalışmalar kaplamıştır. Dilimize sahip çıkma meselesine gelince ise o konuda şahsen, çok iyi olduğumuzu düşünmüyorum. Dilimize sahip çıkmalıyız ki kültürümüze, benliğimize sahip çıkabilelim. Güzel Türkçemizin kıymetini bilelim ki kültürümüz yaşasın.
2 Mayıs 2016 Pazartesi
Divan Edebiyatı mı Halk Edebiyatı mı
Yine gerçekten çok hacimli bir konu başlığıyla ilgili okuduklarım doğrultusunda oluşan kendi düşüncelerimi satırlara dökmeye gayret edeceğim. Bu konu da benzeri diğer konularda belirttiğim gibi büyük bir araştırma konusu ve eklemek isterim ki, yazarların da görüş ayrılıkları yaşayıp esaslı tartışmalar yaşadığı bir konudur. Bu konuda edebiyat tarihimizde bilinen en meşhur tartışma Namık Kemal ile Ziya Paşa arasındaki tartışmadır. Bu tartışmayı kabaca özetlemek gerekirse, Ziya Paşa, önce birini savunup öbürünü kötülüyor, sonra öbürünü övüp diğerini kötülüyor ve aslında Ziya Paşa ile arası iyi olan Namık Kemal de buna daha fazla dayanamıyor olacak ki Tahrib-i Harabat adlı eserinde Ziya Paşa yı eleştiriyor ve tartışma başlıyor.
Bence ikisi de öz be öz bizim edebiyatımızdır. Türkler çok eski devirlere dayanan son derece köklü bir edebiyat tarihimiz ve belki de daha önemlisi edebiyat kültürümüz mevcuttur. Bu kültürün ve tarihin oluşmasında iki edebiyatın da son derece fazla katkısı vardır. Devirin bir getirisi olarak Divan Edebiyatı etkisini daha belirgin bir şekilde göstermiş olsa da Halk Edebiyatımızı da hiç de yabana atmamamız lazımdır. Yani demem o ki Fuzuli ye ne kadar hayran isek Karacaoğlan a da o kadar hayran olmamız gerekmektedir. Çünkü ikisi de bizimdir, canımız, kanımızdır ve kültürümüzün nadide iki mücevheridir.
Bence ikisi de öz be öz bizim edebiyatımızdır. Türkler çok eski devirlere dayanan son derece köklü bir edebiyat tarihimiz ve belki de daha önemlisi edebiyat kültürümüz mevcuttur. Bu kültürün ve tarihin oluşmasında iki edebiyatın da son derece fazla katkısı vardır. Devirin bir getirisi olarak Divan Edebiyatı etkisini daha belirgin bir şekilde göstermiş olsa da Halk Edebiyatımızı da hiç de yabana atmamamız lazımdır. Yani demem o ki Fuzuli ye ne kadar hayran isek Karacaoğlan a da o kadar hayran olmamız gerekmektedir. Çünkü ikisi de bizimdir, canımız, kanımızdır ve kültürümüzün nadide iki mücevheridir.
Bilimsel ve edebi içerikli yazıların gazetelerde yayınlanması meselesi
Bu mesele ciddi bir tartışma meselesidir kanaatimce. Gazeteler, genel anlamıyla bakıldığında haber verme merciileridir. Ancak şahsi kanaatimce ben, gazetelerin sadece haber verme işini yerine getirmesi ve bununla yetinmesi gerektiği taraftarı değilim. Taşradaki insandan, şehirde en lüks şekilde yaşayan insana kadar hemen hemen herkesin takip ettiği gazetelerde ne kadar çok bilimsel ve edebi yazı yayınlanırsa, yani başka bir ifadeyle gazete yolu ile halkın bilimsel ve edebi yazılara ilgisinin artırılması o kadar çabuk olur ve bu da toplumumuz için son derece faydalı bir iş olmuş olur. Bir millet bilime ne kadar önem gösterir ve bilimde ne kadar ileri gitmeyi amaçlarsa o derecede ilerleyeceğini düşünenlerdenim. Ancak, gerek okuduğum bölümden kaynaklı bir hassasiyetle gerekse gerçekten de böyle düşünmemden yola çıkarak belirtmek isterim ki, edebiyat da en az bilim kadar bir milletin ileri gitmesinde pay sahibidir kanaatimce. Edebiyat, her şeyin ötesinde kültürdür. Sözün özü, bir milletin bilime ve edebiyata verdiği önem, o milletin gelişme aşamalarını gösteren bir gösterge olacaktır. Bu gelişmenin halkın hemen hemen tüm tabakalarına sirayet etmesinin ana kaynaklarının başında da gazeteler gelmektedir ve gazetelerde bu tür yazılara olabildiğince çok yer verilmesi toplumumuz için son derece faydalı olacaktır.
Divan Edebiyatı ve Sosyal Hayat
Bu tür yazılara genel olarak, bu konu başlıklarının aslında bir araştırma konusu olacak kadar hacimli konular olduklarını belirterek giriyorum ve bunu belirtmenin de doğru olduğunu düşünüyorum. Böyle yaparak hem tabiri caizse ukalalık yapmamış sayıyorum kendimi hem de bu blog sayfasının sadece ama sadece benim kişisel görüşlerimi içeren bir sayfa olduğunun tekrar tekrar altını çizmiş hissediyorum kendimi.
Konumuza gelecek olursak, divan edebiyatı dediğimiz klasik Türk edebiyatımız, genel olarak bilindiği kadarıyla, yaşamdan uzak, sadece ilahi ve mecazi aşkı, baharı, şarabı vs. konuları ele alan bir edebiyat olarak algılanmaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse belli bir zamana kadar ben de böyle görüyordum. Ancak bir süredir, yani okuyup olayın özünü kavrayınca aslında hiç de öyle olmadığını gördüm. Divan edebiyatı şairlerimiz, hayatın genel akışında yer alan unsurları şiirlerinde benzetme unsuru ile kullanarak aslında o dönemin yaşantısı ile ilgili de bilgiler verip aslına bakılırsa tarihi bir görevi yerine getirmişlerdir diyebiliriz.
Örneğin, çeşitli batıni inançlara mensup insanların kıyafetleri, yaşam tarzları, diğer taraftan falcılar, müneccimler, remmaller yani kum falcıları ve esnafa ait bilgiler gibi içerikler daha çok benzetme unsurları ile şiire yansıtılıp biraz önce de ifade ettiğim gibi tarihi bir görev de üstlenmiştir diyebiliriz şairler için ve aslında iyice okunduğunda, incelendiğinde divan edebiyatının hayattan kopuk bir edebiyat olmadığını görebiliriz.
Konumuza gelecek olursak, divan edebiyatı dediğimiz klasik Türk edebiyatımız, genel olarak bilindiği kadarıyla, yaşamdan uzak, sadece ilahi ve mecazi aşkı, baharı, şarabı vs. konuları ele alan bir edebiyat olarak algılanmaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse belli bir zamana kadar ben de böyle görüyordum. Ancak bir süredir, yani okuyup olayın özünü kavrayınca aslında hiç de öyle olmadığını gördüm. Divan edebiyatı şairlerimiz, hayatın genel akışında yer alan unsurları şiirlerinde benzetme unsuru ile kullanarak aslında o dönemin yaşantısı ile ilgili de bilgiler verip aslına bakılırsa tarihi bir görevi yerine getirmişlerdir diyebiliriz.
Örneğin, çeşitli batıni inançlara mensup insanların kıyafetleri, yaşam tarzları, diğer taraftan falcılar, müneccimler, remmaller yani kum falcıları ve esnafa ait bilgiler gibi içerikler daha çok benzetme unsurları ile şiire yansıtılıp biraz önce de ifade ettiğim gibi tarihi bir görev de üstlenmiştir diyebiliriz şairler için ve aslında iyice okunduğunda, incelendiğinde divan edebiyatının hayattan kopuk bir edebiyat olmadığını görebiliriz.
Mahalledeki Arkadaşlar üzerine
Üsküdar a Giderken, Çalgı Çengi, İşler Güçler, Düğün Dernek, Kardeş Payı gibi şahane projelere imza atan Selçuk Aydemir in yazdığı kitap Mahalledeki Arkadaşlar, hiç tartışmasız bu zamana kadar okuduğum en komik kitaptı diyebilirim. O kadar içten ve yaşandığı o kadar belli olan yani gerçek olan bir hikaye ki, bir zaman sonra kitap okuyormuş gibi değil de sanki Selçuk Aydemir in çocukluk anılarını dinliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz kendinizi. Yazar, büyük usta Ferhan Şensoy dan da nasıl etkilendiğini kitabın ön sözünde yazmış ve artı bir güzellik olarak kitabı ona atfetmiştir. Kitapta öyle yerler var ki gerçekten gülmekten kıpkırmızı olduğumu çok net hatırlıyorum. Örnek vermek gerekirse mesela bir İstiklal Marşı ve Andımızı okuma olayı var ki hala hatırladıkça gülesim geliyor. Umarım bu kitabın bir ikincisi gelir veya Selçuk Aydemir, başka bir kitap ile bizleri güldürmeye devam eder. Böyle kaliteli ve komik kitaplar insanı hem eğlendirir, hem de mizah anlayışını geliştirme konusunda görsel hadiselere yardımcı olur bu açılardan da çok kıymetlidirler.
1 Mayıs 2016 Pazar
Türkülerimiz ve edebiyat
Özellikle kırsal kesimde yaşayan insanlarımız çok eski zamanlardan beri tabiri caizse almış eline sazını ve türkülerini, içlerindeki hislerini melodik bir şekilde dile getirmişler. Belki de pek çoğu okuma yazma dahi bilmeyen bu insanlar, içlerindekini yazıyla olmasa da sözle ve tabii ki sazla dile getirme yolunu seçmişler. Peki burada edebiyatın görevi nedir? Burada, edebiyatın yazı anlamıyla olmasa da sözsel anlamda görevi yadsınamaz kanaatimce. Edebiyat, bir yerde, eğer insanların içindeki gizli dünyalarını ortaya dökmek ise, bunu yazıya değil de söze dökmenin en güzel şekillerinden birini bu bahsettiğim güzel insanlar yapmışlardır ve yaptıkları şey hem sanat için hem edebiyat için çok kıymetlidir bence. Örneğin bir Aşık Veysel, yedi yaşından itibaren gözleri görmeyen bu büyük ozan, gözlerinin görmemesinin hislerini ve sazını susturamayacağını savunup sazını, sözünü yani içindekileri paylaşmış ve doğal olarak insanlar tarafından o kadar çok beğenilmiş ki ortaya koskoca Aşık Veysel Şatıroğlu ismi çıkmış, Sivas tan tüm Türkiye ye yayılmıştır. Güzel türkülerimizin edebiyatla ilişkisinin artarak sürmesi dileğiyle...
Dil ve Edebiyat
Bu konu aslında geniş çaplı bir araştırma konusudur tabii ki. Ancak bütün yazılarımda olduğu gibi bu yazımda da ben sadece ve sadece görüşlerimi satırlara dökmeye çalışacağım. Bir kere çok net bir şey var ki edebiyat dediğimiz hadisenin temel kaynağı dildir. Yani buradan şunu çok net çıkarabiliriz ki dil olmadan edebiyat olmaz. Peki ya edebiyat, dil için ne ifade ediyor? Aslında bu ilişkinin ilgi çekici yanı da bu. Çünkü, bence edebiyat, aynı zamanda dilin içindeki güzelliğin ortaya çıkmasıdır. Bu yüzden dil, edebiyat için nasıl olmazsa olmazsa, edebiyat da dil için bir o kadar kıymetli ve özeldir. İnsanlar, içindekileri dil sayesinde, edebiyat sahasında vücuda getirirler ve bu da dilin, edebi bir şekilde nasıl güzel kullanıldığını gözler önüne serer. Bu birbiriyle iç içe olan iki olgu hayatımız için oldukça kıymetlidir...
Kitap yazma cesareti üzerine
İnsan, tabiatı itibarıyla düşünen ve bunun yanında hayal kurabilen bir canlıdır. Hayal kuran çoğu insan bir hikaye de uydurabilir, oluşturabilir kolaylıkla. Peki, herkes hikaye oluşturabilirse, geçmişten bugüne kadar gelen yazarların diğer insanlardan farkı ne olur? İşte anahtar nokta da burada devreye giriyor, cesaret... Başta da belirttiğim gibi, dünyadaki çoğu insan hayal kurar, hikaye oluşturabilir ancak iş ki bunu kağıda döksün ve kendinde cesareti toplayıp kitap haline getirebilsin. Hayal kurup kitap yazmak nasıl bir olaysa, kitabı insanlara ulaştırmak da öyle bir olaydır aslında. İnsanlar hiç bir zaman hayallerinden, amaçlarından vazgeçmemeli, her zaman en yükseği hedeflemeli ve çalışmalı ki hayallerine ulaşabilsin...
Polisiye edebiyat üzerine
Polisiye edebiyat türü dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de özellikle Ahmet Ümit in başı çektiği bir yazar topluluğu sayesinde oldukça revaçta olan bir tür haline geldi. Ben de polisiye edebiyattan oldukça keyif alan bir okuyucu olarak polisiye edebiyat türündeki eserlerin devamının gelmesini ümit ediyorum. Dedektiflik, polisiye gibi işler zaten bir gizem ihtiva ettiklerinden dolayı roman sahasında oldukça cazip konular içindedir. Çünkü hemen hemen her insan, içinde sır, gizem barındıran şeylerden hoşlanır, merak eder ve takip eder. Bu durum romanlar için de böyledir, merak duygusu olan, bu konulara ilgisi olan okuyucular bu tür kitaplara ilgi gösterirler ve bu türün gelişmesine katkıda bulunurlar. Tabii sadece okuyucunun desteği yetmez, yazar hacimli eserler meydana getirecek ki okuyucuyu keyif alabilsin.
Romanlarda yazarlar olay örgüsünü ne kadar başarılı kurabilirlerse kitapları da o kadar başarılı olur kanaatimce. İş, polisiye romanlara geldiğinde bu iş iki kat daha önemli hale geliyor tabiatıyla. Bu yüzden yazar özen göstererek, ince eleyip sık dokuyarak bir kitap oluşturduğunda okuyucuyu da bunu adeta hissediyor ve desteğini esirgemiyor. Bu okuyucuyu-yazar ilişkisi de genelinde edebiyatı, özelinde ise polisiye edebiyatı geliştiriyor doğal olarak...
Romanlarda yazarlar olay örgüsünü ne kadar başarılı kurabilirlerse kitapları da o kadar başarılı olur kanaatimce. İş, polisiye romanlara geldiğinde bu iş iki kat daha önemli hale geliyor tabiatıyla. Bu yüzden yazar özen göstererek, ince eleyip sık dokuyarak bir kitap oluşturduğunda okuyucuyu da bunu adeta hissediyor ve desteğini esirgemiyor. Bu okuyucuyu-yazar ilişkisi de genelinde edebiyatı, özelinde ise polisiye edebiyatı geliştiriyor doğal olarak...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)