10 Mayıs 2016 Salı

Edebiyat ve semantik ilişkisi üzerine

Türkçeye "anlam bilim" olarak çevirebileceğimiz semantik, gramer için olduğu kadar büsbütün edebiyat için de oldukça önemli bir kavramdır. Romanların en önemli kaygısı bana göre mesaj ve anlam kaygısıdır. Eğer, bir roman yazarı yazdığı romanında istediği anlamı, okuyucuya geçiremiyorsa bu yazarın başarılı ve nitelikli bir yazar olduğunu söylemek güçtür. Anlam bakımından yoğun ve güçlü olan bir romanın ise okuyucuya geçmemesi gibi bir ihtimal söz konusu bile değildir kanaatimce. İşte burada da yazarın ustalığı devreye giriyor ki zaten nitelikli bir yazarın ana malzemesi dil ile anlamı okuyucuya verebilmektir. Genel bir görüşe göre, kitap, yazardan çok okuyucunundur, yani bu açıklamayı biraz daha açacak olursak, okuyucu bir romandan ne anlıyorsa, roman odur. Bu görüşe kısmen katılmakla birlikte aslında pek de öyle olmadığını düşünüyorum.

Bir yazar, biraz önce de belirttiğim gibi eğer gerçekten nitelikliyse, kitabı yazarken daha sonrasında okuyucunun kitaptan ne anlamasını istiyorsa onu rahatlıkla okuyucuya geçirebilir. İşte burada semantiğin gücü devreye giriyor, yazar eserinin anlam derinliğine ne kadar dikkat eder ve okuyucuya aktarabilirse, okuyucu da bunu o derecede alacaktır.

Etimolojinin önemi üzerine

Türk milleti olarak konuştuğumuz kelimelerin öz Türkçe mi olup olmadığına dikkat ediyor muyuz? Yoksa, tabiri caizse pek de umursamıyor muyuz? Şahsi fikrimi belirtmem gerekirse ben açıkcası pek de öz Türkçe olup olmadığını düşünmediğimizi düşünmekteyim. Peki, bir kelimenin öz Türkçe mi olup olmadığını nasıl bileceğiz? İşte burada da Türkçesi "köken bilim" olan etimoloji devreye giriyor. Kelimelerin kökenlerini araştırdığından dolayı oldukça kıymetli bulduğum bu bilim dalı, bizlere kullanılan kelimelerin geçmişlerine ait bilgiler verdiğinden dolayı çok kıymetlidir.

Etimolojinin önemiyle ilgili bir diğer soru da şudur; bir milletin konuştuğu kelime artık o millete ait mi kabul edilmelidir, yoksa bir milletin kendi öz diline ait kelimelerle birlikte var olduğunu mu düşünmemiz gerekmektedir? Ben, şahsen, bu sorunun birinci kısmına şüpheli bakmakla beraber ikinci kısmına kesinlikle evet diyorum. Etimolojinin bizlere sunduğu kelimelerin kökenlerinin bizi millet yapan değerlerden olduğunu düşünmekteyim.

Divan edebiyatında mazmunların önemi üzerine

Klasik Türk Edebiyatı olarak da adlandırabileceğimiz eski edebiyatımız olan divan edebiyatı, genel hatlarıyla belirtmek gerekirse, mecazi aşk ve ilahi aşk gibi iki ana konu başlığı altında da toplayabileceğimiz bir edebiyattır. Divan edebiyatında, ilahi aşkla da mecazi aşkla da ilgili son derece hacimli eserler verilmiştir ve bu da eski edebiyatımıza hayranlık duymamız için yeter de artar bile. Yalnız, şairler daha çok bu iki ana başlık altında topladıkları tüm bir edebiyat tarihinde hem mecazi hem de ilahi aşklarını olduğu gibi mi anlatmışlardır? Pek tabii, aşklarını olduğu gibi anlatsalardı hem onlar şair olmazlardı hem de yazdıklarına şiir denemezdi. Peki ne yapmışlardır bu şairler? Şiirlerine mazmun denilen, en kaba tabiriyle şiirlerde daha çok benzetme amacıyla kullanılan kalıplaşmış sözler ile bir anlam derinliği vererek ustalıklarını konuşturmuşlardır.

Örnek vermek gerekirse, bir şair, şiirinde sevgilinin boyundan bahsedecek olduğu zaman, direkt olarak sevgilinin boyu demez, boy yerine benzetme amaçlı olarak kullanılan bir mazmun olan "servi"yi kullanarak anlamı pekiştirir. Bunun gibi daha nice örnekleri sıralamak mevcuttur. Sözün özü, mazmunlar, divan edebiyatına müthiş bir derinlik katmıştır ve şairlerin de ustalıkla kullanmaları neticesinde divan edebiyatını oluşturan en nadide parçalardan olmuşlardır.

Romanlarda dilin önemi üzerine

Roman dediğimiz edebi türün ana malzemesi dildir. Peki, bu dil dediğimiz malzeme, romanlarda nasıl kullanılmalıdır veya nasıl kullanılmaktadır? Dil, usta yazarlar tarafından romanlarda öyle bir kullanılır ki, yazar, okuyucuyu tabiri caizse istediği yöne çeker. Yani, kitabı yazarken, okuyucunun ne anlamasını istiyorsa, o şekilde anlar okuyucuyu romanı, bunu yapmak için de tabii öyle alalede bir yazar olmaktan çok tam anlamıyla nitelikli bir yazar olmak lazımdır ki bu konuda sayısız örneği görebilmek için uzaklara gitmeye gerek yoktur, zira, edebiyatımız bu konuda tam anlamıyla bir hazine niteliğindedir.

Romanlarda, yazarın amaçlarından biri de betimlemeler yoluyla okuyucuya hayal kurdurtabilmektir, zaten betimleme dediğimiz terim de en kaba tabiriyle, kelimelerle resim yapmaktır bir bakıma. Bu tabirden yola çıkarsak, bir yazar, dil gücü sayesinde öyle bir resim sunar ki önünüze, işte o zaman yazara hayran kalmaktan başka elinizden bir şey gelmeyecektir. Sözün özü, dil dediğimiz malzeme, nitelikli yazarların elinde olduğu zaman tam anlamıyla bir hazineye dönüşür ve o hazinenin içinden çok kıymetli yeni hazineler olan romanları ortaya çıkarır...

8 Mayıs 2016 Pazar

Roman yazımı ve tarih ilişkisi üzerine

Tarih, edebiyata kaynaklık eden ilim-bilim dallarından biridir. Ben, bu yazıımda tarihin tüm bir edebiyata değil de romanlara nasıl kaynaklık ettğini naçizane kendi fikirlerimle ortaya koymaya çalışacağım. Tarih, şiire çeşitli benzetmeler, söz sanatları aracılığıyla kaynaklık ettiği gibi, bir diğer edebi tür olan mensurlara yani daha da özelde romanlara da pek çok şekilde kaynaklık eder, tarihi olaylar üzerine pek çok roman yazılmıştır, tabii ki eklemeler yapılarak... Son zamanlarda roman ve tarih ilişkisine dair gördüğüm en güzel örnek, ünlü yazar Ahmet Ümit in Elveda Güzel Vatanım adlı eseri idi. Bu eserde İttihat ve Terakki ile ilgili olaylar nasıl romana müthiş bir derinlik verdiyse, aynı şekilde romanın kendisi de o yılları, o olayları tam olarak bilmeyenlere aynı şekilde güzel bir öğretici görevle, bilgi vermiştir. Bu, tarih ve edebiyatın ama daha özel olarak tarih ve romanın karşılıklı ilişkisine dair muazzam bir örnektir. Sadece geçmiş tarih değil, görece yakın tarihe dair de çok özel ve güzel bir örnek geliyor aklıma o da dünyaca ünlü yazar Khaled Hossaini nin Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş adlı romanları. Bu kitaplarda yazar 1800 lü veya daha eski yıllara gitmiyor, görece daha yakın geçmiş olan 1940 lı 50 li yıllardaki tarihi olayları da romana ekleyerek romanına müthiş bir derinlik kazandırdığı gibi aynı zamanda yine tarihsel anlamda bir öğreticilik görevini de üstlenmiş oluyor. Tarih ve edebiyatın, ama daha özelde roman yazım türünün karşılıklı ilişkisini daha iyi açıklayan iki örnek olamazdı herhalde...

Roman ve mesaj kaygısı üzerine

Romanlar, genel tabiriyle belli bir olay örgüsü olan, çoğunlukla kurmaca şekilde vücuda getirilen, güçlü betimlemelerle süslenen bir edebi türdür en kaba tabiriyle. Peki, bu edebiyat için çok önemli türlerden biri olan romanlar, mesaj kaygısı güderek mi yazılmalıdır, yoksa sadece roman yazmak için mi yazılmalıdır? Kanaatimce, pek çok sanat yapıtında olduğu gibi romanlarda da belli bir mesaj kaygısı olmalıdır yani roman dediğimiz türe ait eserlerde belli bir mesaj olmalıdır, yani roman sadece roman yazmak için yazılmamalıdır. Ama bu demek değildir ki roman yazmak için yazılan romanlara yani sanatı sanat için yapan eserlere saygımız yok, pek tabii ki her türlü sanat yapıtına kişisel olarak sonsuz saygım vardır, sonuçta bir emek vardır ortada. Ama, romanlarda yazarın belli bir mesajı olması gerektiğine inananlardanım. Bu mesaj, toplumsal olabileceği gibi son derece bireysel de olabilir. Roman dediğimiz tür, sadece aşkı konu edinmemelidir bence, öyle romanlar vardır ki, bakıldığı zaman kişisel gelişim kitabından hiç mi hiç farkı yoktur, yine öyle romanlar vardır ki çoğu politik kitapta görülemeyecek derecede topluma katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Sonuç olarak biraz önce de belirttiğim gibi her türlü sanat yapıtına olduğu gibi tüm romanlara da saygım vardır ancak, kişisel olarak, roman dediğimiz türün pek çok sanat yapıtı gibi belli bir mesaj vermesini bekleyen okuyuculardanım...

Biyografi yazılarının önemi üzerine

Biyografi, en kabaca açıklamasıyla; alanında ünlenmiş bir kişinin hayatını konu alan bir yazı yazılmasıdır. Otobiyografiden farkı ise, otobiyografi; kişinin kendi hayatını yazmasıdır, biyografi ise başkasının, -çoğunlukla bir araştırmacının- alanında ünlenmiş bir insanın hayatını kaleme almasıdır. Peki, neden önemlidir biyografi yazarlığı ve biyografik yazılar? Bence en önemli yanı, tarihe  yardımcılığıdır. Önemli bir tarihsel kişiliğin hayatıyla ilgili bilgileri, o kişinin biyografisinden başka yerde arayamayız. Örnek vermek gerekirse; Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ün hayatıyla ilgili bilgi edinmek istersek hakkında yazılmış onlarca, belki yüzlerce biyografik eseri inceleyip en sağlam bilgileri o biyografik kaynaktan edinebiliriz. Biyografik yazıların tarihe yardımcılık misyonunun yanında insani olarak, önemli bir kişiye hayranlık besleyen, ondan ilham alan, onu kendine idol olarak alan bir çocuğun da bilgilenmesini sağlamaktır örneğin. Başka bir örnek vermek gerekirse örneğin çok ünlü bir bilim insanını örnek alan bir çocuk, o ünlü bilim insanı hakkında yazılan biyografik yazılar sayesinde o kişi hakkında oldukça sağlam bilgilere erişebilecektir. Sonuç olarak; biyografi, bize hayranlık duyduğumuz kişiler hakkında önemli bilgilere ulaşma imkanı sağlayıp, o kişiyi daha iyi tanımamızı sağlayacağı gibi, tarihsel misyonu sayesinde bir anlanda ilim, bilim dünyasına da katkı sağladığından dolayı son derece kıymetlidir...

Otobiyografinin önemi üzerine

Belli bir alanda ünlenmiş bir kişinin kendi hayatıyla ilgili bilgi verme amaçlı yazdığı yazılara otobiyografi denir. Peki, kendi alanında ünlenmiş bir insanın kendi hayat hikayesini anlatması neden önemlidir? Kanaatimce otobiyografi, daha çok o kişiyi örnek alanlara ilham vermek için ve o kişinin hayatını merak edenler için çok ilgi çekici ve yararlı bir yazı türüdür. Çoğumuz duymuşuzdur; öğrenmenin en iyi yollarından biri taklit etmektir. Bir insanın daha çok, alanında başarılı kişileri örnek alacağını düşünürsek, otobiyografi yazım türünün önemini daha iyi kavrayacağımızı düşünüyorum. Örneğin; bir insan, kendisine Albert Einstein i örnek alıyor ve bunu aslında hayran olduğu için yapıyor. Bu kişi için Einstein in biyografisini okumak bir kez faydalı olacaksa -eğer varsa, tam bilmiyorum.- otobiyografisini okumanın iki kez faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü, kişi, kendisini, kendisinin yaşadıklarını yine en iyi kendisi anlatabilir kanaatimce, çünkü adı üstünde kendisi yaşamıştır ve ondan iyi kimse bilemez. Biyografi, başka birinin, sizin hayatınızı yazmasıdır, otobiyografi ise kendi hayatınızı, yani başka bir deyişle başrolünü oynadığınız bir filmin senaryosunu kendinizin yazmasıdır ve bu şekilde, sizin gittiğiniz yoldan gitmek isteyen çocuklara daha iyi ilham verebilir ve örnek olabilirsiniz bence...

7 Mayıs 2016 Cumartesi

Edebiyat-Tasavvuf ilişkisi üzerine

Tasavvuf, okuduğum şiirlerden ve bölüm derslerimden yaptığım bir çıkarımdan hareketle ifade etmem gerekirse; dinin içine aşk katarak dini yaşama olarak ifade edebileceğim çok derin bir olgudur. Pek tabii ki içinde aşk bulunduğundan dolayı edebiyatta da ve özellikle divan edebiyatımızda kendine oldukça fazla yer bulmuştur. Şairler, genel olarak ilahi aşk ve mecazi aşk şairleri olmak üzere ikiye ayrılabilirler. Pek tabii hem ilahi aşk şairi olup, hem mecazi aşk şairi olanlar da vardır, örneğin muhteşem şair Fuzuli gibi... Fuzuli nin yazdığı muhteşem şiir olan Su Kasidesi, tasavvufi şiirin en nadide örneklerindendir. Tam bir aşk şiiri olduğu gibi tam bir ilahi şiirdir de aynı zamanda. Hz. Muhammed e olan gönül bağını o kadar içten ve safiyane duygularla o kadar muhteşem bir şekilde ifade etmiştir ki, kanaatimce, Müslüman olmayanları bile ağlatabilecek kadar insanı duygulandıracak bir şiirdir.

Tasavvuf ve edebiyat denince aklımıza yalnızca Fuzuli mi gelmelidir peki? Tabii ki hayır, eğer bu şekilde düşünürsek büyük mutasavvıflarımıza çok büyük haksızlık etmiş oluruz. Mevlana gibi, Ahmed Yesevi gibi, Hacı Bektaş-ı Veli gibi, Yunus Emre gibi, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal gibi Allah aşkıyla yanıp tutuşan büyük insanlara haksızlık etmemeliyiz.

Sonuç olarak, tasavvuf dediğimiz müthiş duygulu olgu, duyguyu baş konu edinen edebiyatımızın içine de pek tabii ki sirayet etmiştir. Ve bu müthiş ilişki, müthiş şairlerin ve müthiş eserlerin oluşmasına da katkı sağlamıştır ve hiç şüphesiz bu da edebiyatımıza ve kültürümüze müthiş bir katkı sağlamıştır...

Edebiyat-din ilişkisi üzerine

Din, asırlardır insanları etkisi altına alan ve dünyadaki insanların çok büyük bir çoğunluğunun -hangi din olursa olsun- inandığı bir olgudur. Diğer dinleri bilemem ama İslamiyet, çok eski tarihlerden beri özellikle divan edebiyatında kendini oldukça fazla göstermiştir, hatta diyebiliriz ki divan edebiyatının aşktan sonraki ikinci başlığıdır din...Gerek Hz. Muhammed in hayatı, gerek  Kuran-ı Kerim gibi konular divan edebiyatında oldukça yer kaplayan konulardır. Hz. Peygamberin de şiiri öven hadislerinin bulunmasının şairlerde bir etki yarattığını düşünmemiz hiç de zor olmayacaktır kanaatimce. Ayetlerin kullanıldığı söz sanatı olan iktibas, aslında bu din ve edebiyat ilişkisinin en nadide örneğidir kanaatimce. Divan şairlerimiz, dine o kadar önem vermişlerdir ki divanlarına besmele ve münacat ile başlamışlardır.

Edebiyat-psikoloji ilişkisi

Psikoloji, Latince bir terimdir ve Türkçesi ruh bilimdir. Yani, bireyin ruhsal yapısını inceleyen bilim dalıdır. Edebiyat dediğimiz hadise de genel olarak insan duygularıyla, insanın ruhsal alemiyle ilgilenen bir türdür desek yanlış olmaz herhalde. Doğal olarak bu iki tür birbirleriyle ilişki halindedir. Ben bu yazıda daha çok psikolojinin edebiyat üzerindeki etkilerine değinmek istiyorum.

İnsanların ruhsal yapısını inceleyen bilim dalı olan psikoloji, edebi türlerde ama daha çok romanlarda kendini oldukça hissettirir. Romanlarda daha çok Tanrısal yani İlahi bakış açısında yazar, bireyin ruh halini, yapacağı veya yapmayı düşündüğü şeyleri bilir ve bunu da satırlara döker. İşte bu Tanrısal bakış açısı bile edebiyat ve psikoloji arasındaki ilişkinin en nadide örneklerindendir.Çoğu romanda bireyin ama daha çok ana karakterin psikolojisine yer verilir. Bu psikoloji çevresinde bir olay örgüsü kurulur ve psikoloji bilimin bilmeyen bir yazarın, karakterin psikolojisini tahlil etmesi ve yansıtması ve bunun sonucunda bu konuda okuyucuya geçmesi de çok zordur.

Edebiyat ve Sosyoloji ilişkisi üzerine

Edebiyat ve sosyoloji yani toplum bilim, liselerde ve daha derinlemesine ve kapsamlı olarak üniversitelerde okutulan, öğretilen iki ana dal. İkisinin de kendi içlerinde müthiş bir derinliğe sahip başlıklar olduğu aşikar. Ancak, bu iki büyük ana başlığın, birbiri arasında nasıl bir ilişki var? İşte bu blog yazısında kabaca bir şekilde bunu biraz olsun irdelemeye ve kendi düşüncelerimi satırlara dökmeye çalışacağım. Tabii daha çok sosyolojinin edebiyata etkisi üzerine olan düşüncelerimi...

Yazının giriş kısmını bu şekilde yaptıktan sonra gelişme kısmında direkt bir şekilde girmek istiyorum. Edebi türlerde, ama daha çok romanlarda toplumun yaşayış şeklini, o topluma mahsus halleri ve hareketleri rahatlıkla görebiliriz, bu tarz bir içeriğe sahip romanları hem Türk edebiyatında hem de yabancı edebiyat sahalarında görmek hiç zor değildir. Peki, bundan ne anlıyoruz? Buradan anlayacağımız şey, daha doğrusu benim anladığım şey; yazarların yaşadıkları toplumdan bağımsız eser veremeyeceğidir. Yani, bir yazar, yaşadığı toplumun değişimlerine, toplumda olan gelişmelere, kısacası yaşadığı topluma karşı kayıtsız kalamaz ve bunu da eserlerine yansıtır.

6 Mayıs 2016 Cuma

Şiir ve tarih ilişkisi

Bundan bir kaç yazı önce divan edebiyatında, dönemin tarihiyle veya sosyal hayatıyla ilgili bilgi edinebileceğimizi belirtmiştim. Bu çerçeveyi sadece divan edebiyatı olarak dar bir şekilde ele almayıp, özelde şiir ve genelde tüm edebiyat tarihimiz olarak ele alırsak, gerek Cumhuriyet dönemi edebiyatımızda, gerek halk edebiyatımızda gerekse bence en hacimli edebiyatımız olan divan edebiyatımızda üstün körü değil de derinlemesine, esaslı bir araştırma yapıldığında gerek sosyal hayat, gerekse tarihsel olaylarla ilgili önemli bilgiler elde edilebileceğine inanıyorum. Tarih, edebiyatta nesirde olduğu gibi nazımda da yani şiirde de kendini pek tabii gösterebilir. Örnek vermek gerekirse; şair, yani aşık, sevgiliye "tahammül mülkünü yıktın, Hülagü Han mısın kafir?" dediğinde edebi anlamda sevgiliyi Hülagü Han a benzeterek teşbih sanatını uyguladığı gibi, diğer bir taraftan baktığımızda da aslında Hülagü Han ın yakıcı, yıkıcı bir Han olduğu konusunda da okuyucuyu bilgilendirmektedir aslında. Yazının başında da belirttiğim gibi derinlemesine bir araştırmayla şiirlerimizin içinde tarihle ilgili ciddi bilgiler bulabiliriz ve şiir ve tarihin ne kadar da iç içe şeyler olabileceğine tanıklık edebiliriz.

Dil ve tarih ilişkisi

Dil ve tarih, başlı başına iki büyük başlıktır aslında. İkisi için de üniversitelerde bölümler vardır ve bir sürü öğrenci, bu konularda eğitim görürler. Yani, bu iki başlık, derinlemesine incelenen iki ayrı bilim dalıdır aslında. Peki, bu iki hacimli başlık arasında nasıl bir ilişki vardır? Pek tabii ki, birbiriyle ilişki içindedirler, tarihin çok eski devirlerini araştırmak istediğimizde kitaplara başvururuz veya, bir kazıda bir tarihi eser niteliğindeki bir eşya, bir duvar yazısı vb. gördüğümüzde bunu yazısından yani dilinden çözeriz. Diğer yandan, dil konusunda eski devirlere dair bir araştırmada bulduğumuz belgelerde okuyamadığımız bir kelime olduğunda, bulduğumuz metnin tarihini biliyorsak ona göre yorumlayarak doğru bir yorum yapabiliriz. Söz gelimi, Köktürkler ve Uygurları dilleri sebebiyle tarihte iki ayrı devlet olarak alırız bir nevi. Diğer taraftan baktığımızda ise Köktürkler ve Uygurları, tarihlerindeki olayların farklılıklarından dolayı iki ayrı Türk dili olarak dil tarihinde yer veririz. Biraz önceki satırlarda geçen dil tarihi lafzı bile, aslında bu konuyu özetlemeye yeter de artar bile. Verdiğim Köktürkler ve Uygurlar arasındaki ilişkileri dil tarihi açısından da ele alabiliriz, sadece tarih açısından veya sadece dil açısından da ele alabilliriz, özetle bu iki hacimli başlık, her zaman karşılıklı, birbirlerini besleyen bir ilişki içindedirler...

Bireyi geliştirmek ve toplum ilişkisi

Bir kişiyi çeşitli konularda eğitmek, olduğu seviyeden daha yukarı çıkmasını sağlamak, gelişmenin, geliştirmenin kabaca tanımıdır diyebiliriz. Bireyi geliştirmek, yani onu eğitmek o bireyin daha iyi bir yaşama sahip olmasını sağlayacaktır ve olduğundan daha ileri bir seviyeye geçmesini sağlayacaktır. Peki, bireyin bu gelişimi, içinde bulunduğu toplumu nasıl etkileyecektir? Bunun cevabı da oldukça basittir. Bu mesele, özelden genele doğru bir gelişim gösterir. Aynı zamanda da iç içedir, yani cümleyi toparlarsak; toplum, eğitim kurumları vb. ile bireyi eğitir, geliştirir, toplumun geliştirdiği birey, bu gelişim ve ilerlemeyle toplumu geliştirir ve ileriye gitmesine yardımcı olur. Birey, toplumu sadece ama sadece siyasetle, politikayla veya buna benzer şeylerle geliştirmez, örnek vermek gerekirse bir kişi, öğretmen olursa, veya yazar olursa, veya bilim adamı olursa kanaatimce içinde yaşadığı, büyüdüğü topluma son derece katkı verecek bir konumda olacaktır. Sözün özü, söylemek istediğim en özet şekilde şudur ki ne kadar nitelikli nesiller yetiştirirsek, o yetiştirdiğimiz nesiller de bizleri o kadar ileriye götürecektir...

Ezberci eğitim mi, düşündürücü eğitim mi

Bu konu hemen hemen eğitimin ilk zamanlarından yani eski çağlardan beri var olan bir sorundur bence. Yani, öğretici olan kişi, ezberci bir eğitimi mi benimsemeli, yoksa öğrencisini düşündürecek, bir diğer deyişle bakmayı değil görmeyi mi öğretmelidir. İlerde inşallah öğretmen olacak bir birey olarak bence öğrenciye ne kadar düşünmeyi öğretirsek işimizin o kadar hakkını vermiş oluruz. Bir öğretmenin görevi ezberletmekten çok karşısındaki öğrencinin konuyu anlamasını sağlamaktır kesinlikle. Ezberleyen kişi, onun ötesine geçemeyebilir, ancak konuyu anlayan kişi, ezberleyeceği şeyin ötesine geçer ve konunun bütününe hakim olur, biraz önce de belirttiğim gibi, konuyu ezberlemek, bakmayı sağlayacaksa, konuyu anlamak, konunun üzerine düşünmek, baktığımızı görmemizi sağlayacaktır ve bu da son derece kıymetlidir ve olması gerekendir. Eğitim sistemini bunun üzerine kuran bir toplum, temelini sağlam attığı için ilerlemesi olabildiğince hızlı gerçekleşecektir ve toplumun yararına olacaktır.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Sairlik ogretilebilecek bir sey midir yoksa dpgustan mi gelir?

Osmanli devrinde sairlik ogretilebilir bir sey olarak goruldugu kadar, dogustan geldigi gorusu de vardi. Tabii ogretilen sairlik de aslinda olmayan bir seyi aciga cikarmiyordu, sadece icerdeki cevheri isleyerek en guzel haline gelmesine katki sagliyordu. Sairlik dedigimiz olaya, Osmanli'da ne kadar buyuk onem verildigi yadsinamaz bir gercek ve gercekci olmamiz gerekirse gunumuzde boyle bir sey hayaldir. Bunun haricinde konumuza donersek, ben sairligin dogustan geldigini dusunuyorum tipki buyuk sair Fuzuli gibi. Tabii icinde sairlik cevher olan bir kisinin buyuk bir sairden ders almasi tabiri caizse 1-0 onde baslamasi anlamina geliyor. Sozun ozu; sairlik dogustan da olsa sonradan da gelse, icinde cevher olmadan bir elmas ortaya cikaramazsin ve cikardigin elmas ne olursa olsun kiymetlidir, siirlerimiz de en az elmas kadar kiymetlidir kulturumuz icin...

Serbest siir mi olculu siir mi? Meselesi

Siir dedigimiz hadise, insanlarin duygularini kafiye, redif gibi ahenk unsurlarinin yardimiyla ifade ettigi bir seydir kaba tabirle. Cok eski yuzyillardan beri insanlar siir yazma gereksinimi duymus, duygularini dile veya kagida dokmustur. Peki, bu siir dedigimiz sey, divan edebiyatimiz veya halk edebiyatimizda oldugu gibi olculu mu olmali yoksa daha cok cumhuriyet devri siiri gibi serbest mi olmali? Sahsen ben, siirin olculu, belli bir duzene sahip olmasi taraftariyim, diger turlu nazimi nesirden yani siiri duz yazidan ayiramayacagimizi dusunenlerdenim acikcasi. Siirin kendine has bir yapisi vardir, olculu ve ahenkli soylenir ve oyle de soylenmelidir. Ama bu demek degildir ki serbest siirler kotudur, hayir, cok guzel serbest siirlerimiz de mevcuttur edebiyat tarihimizde, ben yalnizca nacizane kisisel gorusumu soyleyip, siirin belli bir bicime sahip olmasi gerektigini dusunenlerdenim, ama ikisi de bizim edebiyatimizdir ve sahip cikmamiz gerekmektedir...

Neden kitap okumuyoruz?

Bu soru ve ayni zamanda sorun, ulkemizin en onemli sorunlarindan birk bence. Bir milletin kulturel acidan yasayacagi gelismenin kitaplara verdigi degerle dogru orantili oldugunu dusunuyorum. En basit sekliyle ulkemizden ornek verecek olursak, bir kisi, son model telefona dunya kadar para verir ve bundan gocunmaz, ama kitapa verdigi yaklasik 15-20 tlden rahatsiz bile olabilir ve cogunlukla para bile vermez kitaba. Peki bu neden kaynaklaniyor? Bunun cevabini bulmamizda toplumumuzda yapilacak sosyolojik arastirmalarin verecegi yanitlar dikkate alinmalidir ancak, bence tamamen toplumsal tembelligimizden. Tabii bunda sosyal medyanin da payi vat, insanlar twitterdaki 140 karakteri bile okumaya usenirken, kitap okumalarini beklemek biraz hayalcilik olarak gorulebilir. Bu sorun, hic alalade bir sorun degil, son derece ciddi bir kulturel sorundur ve cozumu icin ciddi calismalar yapilmalidir kanaatimce. Yazimin basinda da belirttigim gibi milletlerin kulturel gelisimleri kitaplara verdigi degerle dogru orantilidir. Gelecekte kitaplara daha fazla deger veren bir millet olmamiz dilegiyle...

Kitaplar ve hayal gucu

Bu yazida ele almak istedigim daha ziyade ilkokul veya ortaokul cagindaki cocuklara okutulan kitaplar. Bu kitaplari ne amacla cocuklara okuttugumuz onemlidir her seyden once. Eger bu kitabi sadece kitap okutmak istedigimiz icin okutuyorsak, onun bile belli bir kiymeti vardir aslinda, cunku cok iyi bildigimiz gibi okumayi sevmeyen bir milletiz. O yaslardaki cocuklara okuttugumuz kitaplarla amaclamamiz gereken sey; kitap okuma aliskanligi kazandirmanin yani sira hayal kurmayi ogretmek ve dusundurmek olmalidir kanaatimce. Bir cocuk, o yaslarda ne kadar hayal kurabilirse, ne kadar okudugu seyler uzerine kafa yorarsa beyin olarak o kadar buyuyecegi kanaatindeyim. En gec ilkokul ve ortaokul siralarindan cocuklara kitap okuma aliskanligi kazandirmak, ileride milletimize cok sey kazandirabilecek bir istir, bunu cok iyi kavramamiz gerekmektedir.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Ogullar ve babalari kitabi uzerine

Ogullar ve babalari adli kitap, bana okuldan sunum yapmam icin verilen bir kitapti. Okudugum zaman, iyi ki bana bu kitap dusmus diye sevindim gercekten. Babalari olmus unlu isimlerin veya olmus unlu babalarin cocuklarinin babalarini anlattiklari bu derleme kitap, yaklasik 30 yazarin babalarini anlattiklari bir derleme kitaptir. İcerisinde İskender Pala'dan Ali Nesin'e, İlber Ortayli'ya kadar pek cok isimi barindiran bu kitap kesinlikle baba-ogul iliskisinin degerinin babalarin oldugunde anlasildigini bize anlatmak istiyor aslinda. Kitap benim gercekten col hosuma gitti ve ders icin verilmis oldugundan zorunlu olma ozelligi tasimasina ragmen tanidiklarima gonul rahatligiyla tavsiye edebilecegim bir kitap kesinlikle.

Dil ve bilim iliskisi uzerine

Dil, aslinda basli basina bir bilimdir. Bunu okudugum bolum sayesinde cok daha iyi kavradim. Gerek tarihi yonden yapilan arastirmalar ile gerekse gramer kismi ile dilin bir ilim alani oldugu yadsinamaz bir gercektir. Diger taraftan, deginmek istedigim diger bir konu ise pozitif bilim olarak adlandirdigimiz bilimlerde dilimize ne derece onem ve ozen gosteriyoruz. Bu konuda rahmetli prof. dr. Oktay Sinanoglu'nun gorusleri millet bizim icin cok onemlidir kesinlikle. Kendisi, uzun yillar yabanci ulkelerde yasadigini, milletlerin oralardaki bilimi ulusal dilleriyle yaptiklarini gorup bizim de boyle yapmamizi belirtip, kendisi de biyoloji gibi bilim dallarinda latince adlarini Turkcelestirip kullanmistir. Keske milletimiz fazla degil, bir kac tane daha Oktay Sinanoglu cikarabilse, bu vesileyle bir kez daha rahmetle aniyorum kendilerini.

Hüseyin Nihal Atsız'ın ilmî ve edebî kişiliği üzerine

Oncelikle belirtmek isterim ki bu yazi bir bilgi verme amaciyla yazilmis bir yazi degildir, sadece Huseyin Nihal Atsiz hakkinda okuduklarim isiginda olusan fikirlerimin satirlara dokulmesidir.  Ozellikle belirtmem gerektigini dusundugum bir diger husus da Huseyin Nihal Atsiz'in politik kisiligiyle bu yazinin iceriginin bir alakasi olmadigidir. Atsiz, politik kimliginin yaninda tarihci ve edebiyatci kimligi ile de son derece islere imza atmis bir isimdir. Bu konuda internette yapacaginiz ufak bir arastirma ile bile goreceginiz seyler yeterli olacaktir, onunla yetinmiyorsaniz İlber Ortayli ve Murat Bardakci'nin programlarinda Atsiz'in ilmi kisiligi ile ilgili sarf ettigi sozlere de youtube'dan ulasabilir ve merakinizi giderebilirsiniz. Bu yazdigim yazida belirtmek istedigim not ve ana fikir ise sudur ki: İnsanlarin politik veya dini gorusleri onlarin yaptigi ilmi calismalarin onune gecmemelidir, Atsiz'i veya baska bir ornek olan Celal Sengor'u sevmiyor olabilirsiniz ancak bence, yaptiklari ilime, bilime saygi duymak zorundasiniz...

Edebiyat ve milliyetçilik

Bu konu da değişik şekillerde incelenebilecek konulardan. Edebiyatimizda milli unsurlar var midir? Var ise ne kadar etkilidir? Baska bir deyisle edebiyatla milliyetciligin iliskisi nasildir? Bu sorunun cevabini bulmak icin Türk destan gelenegine bakmamiz yeterlidir aslinda. Milli benligimizi kazandirmak icin ve kuvvetlendirmek icin olusturulan destanlarimiz, olusturulma amaclarini gayet de yerine getirmislerdir. Bugun, bir Ergenekon destaninin veya bir Bozkurt destaninin icerigine baktigimiz zaman milli benligimize katki saglayacak ve bize milli suur kazandiracak baslica yapitlar oldugunu gorebiliriz. Sozun ozu, edebiyat ve milliyetcilik zaman zaman ic icedir.

3 Mayıs 2016 Salı

Edebiyatta sanat toplum için mi sanat için midir meselesi

Bu konu edebiyatın veya sanatın konuşulduğu, tartışıldığı, bahsinin açıldığı hemen hemen her yerde geçen ve oldukça kullanışlı bir konudur. Kimilerine göre sanat sanat içindir, kimilerine göre sanat toplum içindir. Bence bu konuya net bir cevap vermek zordur. Ben okuduğum bölümden yola çıkarak edebiyatla ilgili kısmına kendimce cevap vermek isterim açıkcası. Edebiyatta sanat toplum için midir, toplum için midir meselesine gelince, buradaki sanattan kastımız şiir ise bence sanat içindir. Açıkcası divan edebiyatını gördükten sonra şiir dediğimiz hadisenin bana şiirin sanat için yazıldığını düşündürtmesi çok da zor olmadı. Diğer taraftan romanlarda ise durum farklıdır, romanların çok da sanat için yazılması gerektiğini düşünmemekteyim. Bence roman dediğimiz türde, yazar, eserde belli bir mesaj kaygısı gütmeli ve verdiği bu mesajın da bireyin veya toplumun gelişimiyle doğru orantılı olması gerekmektedir. Sözün özü, bence edebiyatta sanat hem toplum içindir hem de sanat içindir, birbirinden ayrılamaz.

Romanlarda gerçekçilik mi hayalcilik mi meselesi

Uzun zamandır edebiyatımız içinde örneklerine çok sık rastladığımız türlerden biri de tabii ki romanlardır. Bu romanlar gerçekçi ve hayalci bir şekilde yazılabilir doğal olarak. Peki doğru olan hangisidir? Kanaatimce doğru olan gerçekçi roman yazmaktır, yazdığınız şey ne kadar gerçekçi ve hayatın içinden olursa o kadar okuyucuya tanıdık gelecek ve doğal olarak okuyucuyu kitaba çekmek de bir o kadar kolay olacaktır. Bir yazarın başlıca amaçlarından biri de okuyucuyu kitaba çekmetir kanaatimce. Bunu da gerçekçi bir üslupla, okuyucunun yaşadığı veya yaşaması muhtemel olan, çok uçuk kaçık olmayan konulardan bahsedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu şekilde okuyucuyu kitlesi gelişecektir ve sonucunda kitap okuma anlayışımız gelişeceği gibi aynı zamanda doğru orantılı olarak edebiyatımız da gelişecektir.

Markalar ve dükkan adlarının yabancı olması

Bu konu aslında toplumumuzda maalesef çok önemsenmeyen bir konu. Dükkanlarda ve çeşitli markalarda tabelalara baktığımızda çok yüksek bir oranda isimler yabancı isimler oluyor. İşin daha da kötü ve gerçekten hiç yakışmayan kısmı ise Türkçe isimlerin, sanki yabancı bir isimmiş gibi yazılması örnek vermek gerekirse Dervish, vs. gibi. Bu gerçekten çok yanlıştır ve bu konuya önlem alınması için çok ciddi önlemler alınması şarttır diye düşünüyorum. Neden güzelim Türkçe isimleri kullanmaktan vazgeçilip de yabancı isimler kullanılır ki? Bu konuda araştırmalar yapılmalı, gerekçeleri öğrenilip ona göre adım atılmalı ama tahminimce verilen cevapların çoğu ilgi çekici olduğundan dolayı bu isimlerin konulduğu yönünde olacaktır. Her ne kadar ilk bakışta haklı bir savunma gibi gözükse de aslında hiç de haklı bir savunma değildir. Güzelim Türkçemiz varken, yabancı isimler kullanıp tabiri caizse reklam yapmak doğru bir hareket değildir ama yine de saygı duymamız gerekmektedir, tercih meselesidir...

Türk Dili

Güzel dilimiz Türkçe, asırlardır konuşulan ve asırlardır çeşitli şekillerde öğretilmeye çalışılan bir güzide dildir. Ural-Altay dil ailesinde yer alan Türkçemiz, dünyanın en güzel ve özel dillerinden biridir. Bu konuda bilimsel bir yazı değil, tamamiyle kişisel görüşlere ve az biraz da bilgilere yer vermeyi planlıyorum. Dilimiz ile ilgili o kadar konu ve o kadar yapılan ve yapılacak çalışma varmış ki Türkoloji dediğimiz sahanın çok büyük bir kısmını Türk dili ile ilgili çalışmalar kaplamıştır. Dilimize sahip çıkma meselesine gelince ise o konuda şahsen, çok iyi olduğumuzu düşünmüyorum. Dilimize sahip çıkmalıyız ki kültürümüze, benliğimize sahip çıkabilelim. Güzel Türkçemizin kıymetini bilelim ki kültürümüz yaşasın.

2 Mayıs 2016 Pazartesi

Divan Edebiyatı mı Halk Edebiyatı mı

Yine gerçekten çok hacimli bir konu başlığıyla ilgili okuduklarım doğrultusunda oluşan kendi düşüncelerimi satırlara dökmeye gayret edeceğim. Bu konu da benzeri diğer konularda belirttiğim gibi büyük bir araştırma konusu ve eklemek isterim ki, yazarların da görüş ayrılıkları yaşayıp esaslı tartışmalar yaşadığı bir konudur. Bu konuda edebiyat tarihimizde bilinen en meşhur tartışma Namık Kemal ile Ziya Paşa arasındaki tartışmadır. Bu tartışmayı kabaca özetlemek gerekirse, Ziya Paşa, önce birini savunup öbürünü kötülüyor, sonra öbürünü övüp diğerini kötülüyor ve aslında Ziya Paşa ile arası iyi olan Namık Kemal de buna daha fazla dayanamıyor olacak ki Tahrib-i Harabat adlı eserinde Ziya Paşa yı eleştiriyor ve tartışma başlıyor.

Bence ikisi de öz be öz bizim edebiyatımızdır. Türkler çok eski devirlere dayanan son derece köklü bir edebiyat tarihimiz ve belki de daha önemlisi edebiyat kültürümüz mevcuttur. Bu kültürün ve tarihin oluşmasında iki edebiyatın da son derece fazla katkısı vardır. Devirin bir getirisi olarak Divan Edebiyatı etkisini daha belirgin bir şekilde göstermiş olsa da Halk Edebiyatımızı da hiç de yabana atmamamız lazımdır. Yani demem o ki Fuzuli ye ne kadar hayran isek Karacaoğlan a da o kadar hayran olmamız gerekmektedir. Çünkü ikisi de bizimdir, canımız, kanımızdır ve kültürümüzün nadide iki mücevheridir.

Bilimsel ve edebi içerikli yazıların gazetelerde yayınlanması meselesi

Bu mesele ciddi bir tartışma meselesidir kanaatimce. Gazeteler, genel anlamıyla bakıldığında haber verme merciileridir. Ancak şahsi kanaatimce ben, gazetelerin sadece haber verme işini yerine getirmesi ve bununla yetinmesi gerektiği taraftarı değilim. Taşradaki insandan, şehirde en lüks şekilde yaşayan insana kadar hemen hemen herkesin takip ettiği gazetelerde ne kadar çok bilimsel ve edebi yazı yayınlanırsa, yani başka bir ifadeyle gazete yolu ile halkın bilimsel ve edebi yazılara ilgisinin artırılması o kadar çabuk olur ve bu da toplumumuz için son derece faydalı bir iş olmuş olur. Bir millet bilime ne kadar önem gösterir ve bilimde ne kadar ileri gitmeyi amaçlarsa o derecede ilerleyeceğini düşünenlerdenim. Ancak, gerek okuduğum bölümden kaynaklı bir hassasiyetle gerekse gerçekten de böyle düşünmemden yola çıkarak belirtmek isterim ki, edebiyat da en az bilim kadar bir milletin ileri gitmesinde pay sahibidir kanaatimce. Edebiyat, her şeyin ötesinde kültürdür. Sözün özü, bir milletin bilime ve edebiyata verdiği önem, o milletin gelişme aşamalarını gösteren bir gösterge olacaktır. Bu gelişmenin halkın hemen hemen tüm tabakalarına sirayet etmesinin ana kaynaklarının başında da gazeteler gelmektedir ve gazetelerde bu tür yazılara olabildiğince çok yer verilmesi toplumumuz için son derece faydalı olacaktır.

Divan Edebiyatı ve Sosyal Hayat

Bu tür yazılara genel olarak, bu konu başlıklarının aslında bir araştırma konusu olacak kadar hacimli konular olduklarını belirterek giriyorum ve bunu belirtmenin de doğru olduğunu düşünüyorum. Böyle yaparak hem tabiri caizse ukalalık yapmamış sayıyorum kendimi hem de bu blog sayfasının sadece ama sadece benim kişisel görüşlerimi içeren bir sayfa olduğunun tekrar tekrar altını çizmiş hissediyorum kendimi.

Konumuza gelecek olursak, divan edebiyatı dediğimiz klasik Türk edebiyatımız, genel olarak bilindiği kadarıyla, yaşamdan uzak, sadece ilahi ve mecazi aşkı, baharı, şarabı vs. konuları ele alan bir edebiyat olarak algılanmaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse belli bir zamana kadar ben de böyle görüyordum. Ancak bir süredir, yani okuyup olayın özünü kavrayınca aslında hiç de öyle olmadığını gördüm. Divan edebiyatı şairlerimiz, hayatın genel akışında yer alan unsurları şiirlerinde benzetme unsuru ile kullanarak aslında o dönemin yaşantısı ile ilgili de bilgiler verip aslına bakılırsa tarihi bir görevi yerine getirmişlerdir diyebiliriz.

Örneğin, çeşitli batıni inançlara mensup insanların kıyafetleri, yaşam tarzları, diğer taraftan falcılar, müneccimler, remmaller yani kum falcıları ve esnafa ait bilgiler gibi içerikler daha çok benzetme unsurları ile şiire yansıtılıp biraz önce de ifade ettiğim gibi tarihi bir görev de üstlenmiştir diyebiliriz şairler için ve aslında iyice okunduğunda, incelendiğinde divan edebiyatının hayattan kopuk bir edebiyat olmadığını görebiliriz.

Mahalledeki Arkadaşlar üzerine

Üsküdar a Giderken, Çalgı Çengi, İşler Güçler, Düğün Dernek, Kardeş Payı gibi şahane projelere imza atan Selçuk Aydemir in yazdığı kitap Mahalledeki Arkadaşlar, hiç tartışmasız bu zamana kadar okuduğum en komik kitaptı diyebilirim. O kadar içten ve yaşandığı o kadar belli olan yani gerçek olan bir hikaye ki, bir zaman sonra kitap okuyormuş gibi değil de sanki Selçuk Aydemir in çocukluk anılarını dinliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz kendinizi. Yazar, büyük usta Ferhan Şensoy dan da nasıl etkilendiğini kitabın ön sözünde yazmış ve artı bir güzellik olarak kitabı ona atfetmiştir. Kitapta öyle yerler var ki gerçekten gülmekten kıpkırmızı olduğumu çok net hatırlıyorum. Örnek vermek gerekirse mesela bir İstiklal Marşı ve Andımızı okuma olayı var ki hala hatırladıkça gülesim geliyor. Umarım bu kitabın bir ikincisi gelir veya Selçuk Aydemir, başka bir kitap ile bizleri güldürmeye devam eder. Böyle kaliteli ve komik kitaplar insanı hem eğlendirir, hem de mizah anlayışını geliştirme konusunda görsel hadiselere yardımcı olur bu açılardan da çok kıymetlidirler.

1 Mayıs 2016 Pazar

Türkülerimiz ve edebiyat

Özellikle kırsal kesimde yaşayan insanlarımız çok eski zamanlardan beri tabiri caizse almış eline sazını ve türkülerini, içlerindeki hislerini melodik bir şekilde dile getirmişler. Belki de pek çoğu okuma yazma dahi bilmeyen bu insanlar, içlerindekini yazıyla olmasa da sözle ve tabii ki sazla dile getirme yolunu seçmişler. Peki burada edebiyatın görevi nedir? Burada, edebiyatın yazı anlamıyla olmasa da sözsel anlamda görevi yadsınamaz kanaatimce. Edebiyat, bir yerde, eğer insanların içindeki gizli dünyalarını ortaya dökmek ise, bunu yazıya değil de söze dökmenin en güzel şekillerinden birini bu bahsettiğim güzel insanlar yapmışlardır ve yaptıkları şey hem sanat için hem edebiyat için çok kıymetlidir bence. Örneğin bir Aşık Veysel, yedi yaşından itibaren gözleri görmeyen bu büyük ozan, gözlerinin görmemesinin hislerini ve sazını susturamayacağını savunup sazını, sözünü yani içindekileri paylaşmış ve doğal olarak insanlar tarafından o kadar çok beğenilmiş ki ortaya koskoca Aşık Veysel Şatıroğlu ismi çıkmış, Sivas tan tüm Türkiye ye yayılmıştır. Güzel türkülerimizin edebiyatla ilişkisinin artarak sürmesi dileğiyle...

Dil ve Edebiyat

Bu konu aslında geniş çaplı bir araştırma konusudur tabii ki. Ancak bütün yazılarımda olduğu gibi bu yazımda da ben sadece ve sadece görüşlerimi satırlara dökmeye çalışacağım. Bir kere çok net bir şey var ki edebiyat dediğimiz hadisenin temel kaynağı dildir. Yani buradan şunu çok net çıkarabiliriz ki dil olmadan edebiyat olmaz. Peki ya edebiyat, dil için ne ifade ediyor? Aslında bu ilişkinin ilgi çekici yanı da bu. Çünkü, bence edebiyat, aynı zamanda dilin içindeki güzelliğin ortaya çıkmasıdır. Bu yüzden dil, edebiyat için nasıl olmazsa olmazsa, edebiyat da dil için bir o kadar kıymetli ve özeldir. İnsanlar, içindekileri dil sayesinde, edebiyat sahasında vücuda getirirler ve bu da dilin, edebi bir şekilde nasıl güzel kullanıldığını gözler önüne serer. Bu birbiriyle iç içe olan iki olgu hayatımız için oldukça kıymetlidir...

Kitap yazma cesareti üzerine

İnsan, tabiatı itibarıyla düşünen ve bunun yanında hayal kurabilen bir canlıdır. Hayal kuran çoğu insan bir hikaye de uydurabilir, oluşturabilir kolaylıkla. Peki, herkes hikaye oluşturabilirse, geçmişten bugüne kadar gelen yazarların diğer insanlardan farkı ne olur? İşte anahtar nokta da burada devreye giriyor, cesaret... Başta da belirttiğim gibi, dünyadaki çoğu insan hayal kurar, hikaye oluşturabilir ancak iş ki bunu kağıda döksün ve kendinde cesareti toplayıp kitap haline getirebilsin. Hayal kurup kitap yazmak nasıl bir olaysa, kitabı insanlara ulaştırmak da öyle bir olaydır aslında. İnsanlar hiç bir zaman hayallerinden, amaçlarından vazgeçmemeli, her zaman en yükseği hedeflemeli ve çalışmalı ki hayallerine ulaşabilsin...

Polisiye edebiyat üzerine

Polisiye edebiyat türü dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de özellikle Ahmet Ümit in başı çektiği bir yazar topluluğu sayesinde oldukça revaçta olan bir tür haline geldi. Ben de polisiye edebiyattan oldukça keyif alan bir okuyucu olarak polisiye edebiyat türündeki eserlerin devamının gelmesini ümit ediyorum. Dedektiflik, polisiye gibi işler zaten bir gizem ihtiva ettiklerinden dolayı roman sahasında oldukça cazip konular içindedir. Çünkü hemen hemen her insan, içinde sır, gizem barındıran şeylerden hoşlanır, merak eder ve takip eder. Bu durum romanlar için de böyledir, merak duygusu olan, bu konulara ilgisi olan okuyucular bu tür kitaplara ilgi gösterirler ve bu türün gelişmesine katkıda bulunurlar. Tabii sadece okuyucunun desteği yetmez, yazar hacimli eserler meydana getirecek ki okuyucuyu keyif alabilsin.

Romanlarda yazarlar olay örgüsünü ne kadar başarılı kurabilirlerse kitapları da o kadar başarılı olur kanaatimce. İş, polisiye romanlara geldiğinde bu iş iki kat daha önemli hale geliyor tabiatıyla. Bu yüzden yazar özen göstererek, ince eleyip sık dokuyarak bir kitap oluşturduğunda okuyucuyu da bunu adeta hissediyor ve desteğini esirgemiyor. Bu okuyucuyu-yazar ilişkisi de genelinde edebiyatı, özelinde ise polisiye edebiyatı geliştiriyor doğal olarak...

30 Nisan 2016 Cumartesi

Sairler ve hukumdarlar iliskisi uzerine

Klasik divan edebiyatimizin en onemli konularindan biri de sairler ve hukumdarlar arasindaki iliskidir. Sairler, gerek yasamlarini garantiye alma, gerek kendilerini sevdirmek, gerekse hukumdarlara tabiri caizse yaranma cabasi ile cesitli eserler de vermislerdir. Tarafsiz bir gozle baktigimizda padisahlarin sairleri desteklemeri ve toplumun hemen hemen tum tabakalarinin ugrastigi gibi siirle ugrasmalari ne kadar guzel bir durumsa, begenmedikleri siirler yuzunden sairleri cezalandirmalari da tabiri bir o kadar yanlis bir uygulamadir. Ancak, her ne olursa olsun biz Türkler, tarihimizle her zaman ovunuruz ve hakli olarak ovunmeliyiz. Buna sonuna kadar hakkimiz vardir, bu hakki da bize ecdad vermistir...

Beşir Fuad'ın ilginç ölümü

Tanzimat Edebiyatı, çeşitli akımların da etkisinde fazlasıyla hissettirdiği bir dönen olmustur. Bunun en ilginc ornegi Besir Fuad'da kendisini gostermistir. Dunya'da var olan her seyin deney ve gozlemle aciklanacagini savunan pozitivizm gorusunun savunucularindan olan Besir Fuad, olum aninda yasadiklarini saniyesi saniyesine not alarak gercekten cok ilginc bir ise imza atmistir.

Bu olay gercek anlamda cok enteresan ve insani dusunduren bir olaydir. Savundugu goruse o kadar bagliymis ki bunu kendi yasami pahasina test etmekte imtina etmemis Besir Fuad. Ben kisisel olarak gunumuzde boyle bir ise girisecek herhangi birinin olacagini pek sanmiyorum ve ayrica yapilanin da cok mantikli oldugunu dusunmuyorum...

Müzik-Yazın ilişkisi üzerine

Bu konu üzerine araştırmalar yapılacak kadar derinlikli ve büyük bir konu aslında, ancak ben kişisel blog sayfamda sadede kendi görüşlerimle, kendi düşüncelerimle kendimi ifade etmeye çalışacâgım. Sözlü müzik yapıtları, belli bir niteliğe sahip olacaklarsa eğer, ya gerçekten hissedilerek yazılacaklar, ya da iyi bir edebiyat bilgisine sahip kişilerce yazılmalıdır kanaatimce...

Bu görüşü ifade ederken yabancı müzigi değil, yalnızca ülkemizde yapılan müzik yapıtlarını kıstas aldığımı belirtmek isterim. Sözlü müzik yapıtları, ya da genelde kullandığımız adiyla şarkıların sözlerine önem verilmesi, sonucunda dinleyicinin de önem vermesini sağlayacak ve bu da edebiyatın gücüyle olacak kanaatimce...

Nar Ağacı üzerine

Nazan Bekiroğlu'nun Nar Ağacı isimli kitabı, dedesinin yaşadığı oldukça ilginç hayatı müthiş bir şekilde romanlaştırarak okuyuculara sunmuş ve kitaptaki müthiş anlatımıyla bizi Settarhan'ın duygu dünyasıyla birlikte kendi duygu dünyasına da misafir etmiştir. Yaşanan eski aşkların ne kadar gerçek olduğunu, aşklar kadar savaşın insan yaşamına tahribatının da ne kadar gerçek olduğunu anlatan bu kitap, insanlara gönül rahatlığıyla tavsiye edilecek bir kitap niteliğinde gerçekten. Usta yazar Nazan Bekiroğlu, kendi atasının izinde pes etmeden giden bir insanın hikayesini olabilecek en iyi seviyede kağıda aktarmayı başarmıştır...

29 Nisan 2016 Cuma

Kitap-Okuyucu İlişkisi Meselesi

Bu konu aslında derinlemesine incelenmesi gereken çok önemli ve kıymetli bir konu. Ancak ben kişisel blog sayfamda sadece düşündüklerimi, çok yalın bir şekilde satırlara dökmeye çalışacağım. Kitap, önce yazarın kafasında şekillenir, sonra olay örgüsünün özenle hazırlandıktan sonra kağıda dökülür ve sonucunda yazardan sonraki sahibi olan okuyucuya ulaşır.

Kitap, tabiatı itibari ile yazarıyla bir ebeveyn-çocuk ilişkisi yaşar. Ancak, o duygusal ilişkiyi asıl olarak okuyucusu ile yaşar bence. Çünkü, her okuyucuyu kitapta kendiyle ilişkilendirdiği veya kendisini derinden etkileyen konulardan dolayı kitaba karşı bir aidiyet hisseder. İşte bu okuyucuyu-kitap arasındaki duygusal ilişki çok kıymetlidir kanaatimce.

Bence okuyucuyu ile kitap arasındaki en önemli konulardan biri de okuyucunun, okuduğu satırları kafasında canlandırması yani hayal etmesi konusudur. İzlediğiniz bir görseli hayal edemezsiniz, bu konuda izlediğiniz şeyin size verdiği kadarından etkilenebilirsiniz yani. Ancak, kitap size hayal kurma zevkini yaşatır ve bu da sizi geliştirir bence, bu yönüyle de önemi ve kıymeti tartışılmaz. Geçtiğimiz günlerde buna benzer bir konuyu ünlü yazar Ahmet Ümit, televizyonda dile getirmişti ve ben de aynen onun gibi düşünüyorum. Sonuç olarak kitap, okuyucusunun sırdaşı ve bir anlamda dert ortağıdır ve hayal kurma şansını ona sağlayan başlıca şeylerdendir.

Faust üzerine

Açıkcası bu blog sayfasında tamamını okuduğum kitapları yazmayı daha doğru buluyorum. Yalnız, Goethe nin Faust adlı kitabının sadece özetini okumuştum ve gerçekten etkilenmiştim, bu sebepten dolayı bu blog sayfasına yazmayı uygun buldum. Ruhunu şeytana satan ana karakterin özelinde,verilmek istenen mesaj gerçekten çok kıymetlidir. Bu mesajın neden kıymetli olduğunu ise, şeytanın ana karakteri hikayenin sonunda aldattığının ortaya çıkmasında bulabiliriz ancak. Goethe nin Faust adlı pek kıymetli eseri tüm dünyada belli bir etki alanı olan bir eserdir ve dünya klasikleri arasında okunmaya değer kitaplardan birisidir.

Beyoğlu nun En Güzel Abisi üzerine

Polisiye roman deyince ülkemizde akla gelen ilk isimlerden olan Ahmet Ümit, bu şahane eserinde yine bir cinayeti, Başkomiser Nevzat karakteriyle aydınlığa çıkartıyor. Eserdeki karakterlerin, mekanın ve dahi diyalogların gerçekliği, birebir yaşamdan alıntı oluşu okuyucuyu kitaba bağlayan önemli etkenler. Polisiye roman sevenler için samimiyetle ve şiddetle tavsiye edilecek bir eser olma özelliği taşıyor Beyoğlu nun En Güzel Abisi kitabı. Ahmet Ümit, polisiye bir hikaye oluşturmak ve bu hikayenin olay örgüsünü ustalıkla oluşturmak konusunda ustalığını bir kez daha gözler önüne sermiş bu kitapta.

Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer üzerine

Kişisel gelişim kitapları sevenlere gerçekten şiddetle tavsiye edilecek türde müthiş bir kitap Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer kitabı. Kitabı gerçekten içselleştirerek okuduğunuz zaman kendi hayatınızla ilgili önemli değişikliklere gitmek isteyebilirsiniz. Bende şahsen biraz öyle olduğu için bu cümleyi yazma gereği duydum. Kitap, bir yandan kişisel gelişim kitabı görevi görüp bu yönüyle önemli bir nitelik ihtiva ederken, diğer yandan hikayenin dokunaklılığı ve finalin görece sürprizli olması okuyucunun kitabı bitirdikten sonra kitabı aklından belli bir süre çıkaramayacağını düşündürtüyor bizlere. Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer adlı kitap, gerçek anlamda tavsiye edilecek bir kitap...

28 Nisan 2016 Perşembe

Olasılıksız üzerine

Bu yazıya kadar yazdığım bütün kitaplar sonuna kadar okuyup bitirdiğim kitaplardı, -fareler ve insanlar hariç- ancak bu kitabı bitiremedim. Bunun sebebi de yanlış hatırlamıyorsam 130. veya 140. sayfadan başlayarak karakterin epilepsi hastalığını anlatması ve karakterin bu hastalığın pençesindeyken neler yaşadığını ayrıntılı bir şekilde bunu yazıya dökmesidir. Bu beni gerçek anlamda rahatsız etti ve çok iyi hatırlıyorum ki okuyup aklımda canlandırdıktan sonra başım ağrımıştı ve kendimi çok kötü hissetmiştim. Bu sebeple bu kitabı 140. sayfada bırakmak zorunda kaldım. Bu yönünün dışında karakterleri, konuları ve anlatımı bakımından hakkını yiyemeyeceğim, gerçekten çok kaliteli bir kitap ve bu konularda benim kadar takıntılı olmayan insanlar için gerçekten okunduğunda zevk alınacaktır.

Fareler ve İnsanlar üzerine

Orta okul zamanlarımda okuduğum bu kitabı hala hatırladığımda kendimi mutlu hissederim. Bende bıraktığı etki gerçekten çok iyiydi. Kitabın karakterlerinin komedisi, yaşadıkları, diyaloglarının komedisi, espritüelliği kitabı okunur kılan niteliklerden yalnızca bir kaçını ihtiva etmekte. Kitap, gerek mesajı ve gerekse çocuklara verdiği mesajlar ile gerçekten çok değerli bir anlam taşıyor. Aynı zamanda hemen hemen tüm iyi kitaplarda görülen betimleme gücü, okuyucunun kafasında canlandırmasını kolaylaştıracak nitelikte güçlü olduğundan, okuyucuyu daha fazla kitabın içine çekmektedir. Bu da kitabın kalitesini artırmaktadır kesinlikle. Fareler ve İnsanlar kitabı yazının başında da belirttiğim gibi bana her zaman güzel dakikalar yaşatan bir eser olmuştur ve umarım her okuyana bu denli güzel anlar yaşatacaktır.

Bin Muhteşem Güneş üzerine

Bir kadının, o kızı doğurmasa bile ona nasıl güzel annelik yapacağını muhteşem bir hikayeyle anlatan bu kitap kesinlikle Khaled Hossaini nin şaheserlerinden bir tanesi. İki ana karakter kadının hem abla-kardeş, hem anne-kız ilişkisini yaşadığı ve okuyana yaşattığı muhteşem bir kitap Bin Muhteşem Güneş. Khaled Hossaini, kitaplarında, büyüdüğü, yaşadığı, kopup geldiği Afganistan ın yaşamını, insanların yaşadığı zorlukları tabiri caizse insanlara nakşetmektedir. Bu hareket bence gayet doğal ve güzel bir harekettir. Çünkü kanaatimce bir yazar ne kadar kalbinde gerçekten yaşadığı şeyleri, hislerini kitaplarına dökerse okuyucu da o derece hisseder. Bu eser, yazarın başyapıtlarından biri olarak yazın tarihinde kendine altın bir sayfa almıştır kesinlikle.

Aklından Bir Sayı Tut üzerine

Kişisel olarak polisiye ve dedektiflik konulu kitaplara karşı gerçekten bir ilgim var. Belki de bu ilgimin oluşmasındaki en temel nedenlerden biri de bu kitabı okumamdır. Kitap öyle hoşuma gitti ki bu tür romanlara karşı zaten var olan sevgim daha da arttı. Kitaptaki karakterlerin diyaloglarının gerçekliği, olayın karmaşıklığı ve adeta okuyucunun çözüm getirmesini beklemeleri kitabı daha da ilgi çekici bir hale getirip okunma isteğini artırıyordu. Blog sayfamda genel olarak okurken zevk aldığım ve tavsiye edeceğim kitaplara yer vermeye özen gösteriyorum ve içtenlikle söyleyebilirim ki Aklından Bir Sayı Tut da kesinlikle bu kitaplardan biri. Tabii insanlara bu kitabı okuduğunuzu söylediğinizde tahmin edebileceğiniz kötü şakayı yapmalarına katlanmalısınız... :)

27 Nisan 2016 Çarşamba

Spor ve yazın

Spor, içinde barındırdığı hikayeler ile gerek filmlere, gerek yazın dünyasına oldukça fazla konu olmuş bir daldır. Şahsen ben de iyi bir spor takipçisi -özellikle futbol- olarak bu spor-yazın ilişkisinden çok keyif almaktayım. Bu konuda spor dergilerinin de gerçekten iyi bir iş çıkardığını düşünmekteyim. Sporun içinde öyle güzel hikayeler çıkabiliyor ki, gördüğünüzde, duyduğunuzda veya okuduğunuzda bu kadar da olmaz diyebileceğiniz hikayeler olabiliyor gerçekten, bu olaylar daha sonra kitaplaştırılarak gelecek nesillere çok güzel bir şekilde aktarılabilir. Onun haricinde sporcuların hayatlarında unutamadıkları anları, başarılarını, azimlerini satırlara dökmeleri, sevenleri için çok faydalı olabilir, aynı zamanda aynı alanda uğraş veren insanlar için de tabii ki. Sporcuların biyografileri bence insanlara son derece ilham verici nitelikte olabilir, bu iletişimin artarak devam etmesini dilerim.

Dergiler ve edebiyat

Günümüzün popüler dergileri bence tam anlamıyla edebiyat dergileri olarak adlandırılamaz. Bunun sebebi, aslında edebi bir dilin bulunmamasıdır. Ben, Türk dili ve edebiyatı okuyan bir öğrenci olarak bunu söyleme hakkını kendimde bulmaktayım. Edebi bir dergi olarak nitelendirilen bir dergide kanaatimce, kesinlikle rastgele bir üslupla yazı yazılamaz. Ama bu yazdığım görüş, pek tabii ki istediklerini de yazamayacakları anlamına gelmemektedir. Tabii ki insanlar iç dünyalarını satırlara dökmek için bir uğraş içine girip yazmalıdırlar, ama benim burada hassas noktam edebi bir dil yakalanmasıdır, edebiyat dergisi dediğimiz dergilerde esaslı bir ciddiyetin yer almasıdır, yoksa diğer türlü sıradan görüşlerin yer aldığı sıradan bir dergiden ileri gidemez bu tür dergiler. Velhasıl, edebiyat dergilerinin kendine has, yani edebi bir özelliği olmalıdır kesinlikle tabii ki bu konuda hassas olan dergileri tenzih ederim...

Divan edebiyatı aşık-sevgili üzerine

Yine bu başlık da üzerinde uzun uzun araştırma yapılacak, tezler yazılacak ve yazılan bir konudur. Ancak ben okuduğum bölümden, derslerde okuduğum kitaplardan gördüğüm kadarıyla aşık ve sevgili tipleri, divan edebiyatında şairlerin üzerinde ittifakla durdukları ana konuların başında gelmektedir. Şairler, aşık rolünde bizlere kendini göstermektedir şiirlerde genel olarak, aşık dediğimiz tip solgun, hastalıklı, sürekli acı çeken vs. bir tiptir. Sevgili ise hiç aşığa yüz vermeyen, ona sürekli acı çektiren bir tiptir. Şairler, şiirlerde kendilerini hep küçük görmüş, hep ezmişlerdir. Bence, benim aşk tanımıma göre bu yanlıştır aslında. Ama asırlar boyunca süre gelen koskoca bir edebiyat, benim bir görüşümle sarsılacak da değildir elbette... Ama ben sadece naçizane görüşümü yazmak istedim.

Newton neden Türk değildi? üzerine

Jeoloji profesörü Celal Şengör ün bu eseri, sayısal konulardan bu zamana kadar hiç hoşlanmamış biri olarak aslında başta bana zor gelmişti. Ancak, kitabın ana fikri Celal Şengör ün de benim izlediğim televizyon programları ve youtube videolarından edindiğim izlenimler neticesinde bilimsel düşünmek ve sorgulamanın, insanın beynini kullanmasının önce insana, sonra da insanın yaşadığı topluma seviye atlatacak olması gerçeğidir. Gerçekten de bilimsel düşünmek, bilime güvenmek yaşamımızın her alanında bizi bir adım öne taşıyacaktır, ben de buna yürekten inanıyorum. Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK de, bilim ile benim ters düştüğümü görürseniz, bilimi seçin demiştir. Böyle büyük bir insanın kurduğu modern Türkiye Cumhuriyeti nin bir ferdi olmaktan gurur duymamak elde değil gerçekten.

26 Nisan 2016 Salı

Simyacı üzerine

Paulo Coelho nun Simyacı adlı romanını lise 1 de okumuştum ve hala bende bıraktığı etki ile bende yeri ayrı olan kitaplardandır. Kitapta anlatım şekli, karakterlerin samimiyeti ve sizi hikayeye bağlayan anlatım tarzı yazarın yazın gücünü gözler önüne sermektedir. Hayatın sırrını ve ortak dili arayan ana karakterin bulduğu bu tüm dünyada konuşulan ortak dil, aslında okuyucuyu pek şaşırtmayacaktır bana göre ama yine de etkilemeyi başaracaktır, şahsen bende böyle olmuştu ve ben de tümevarım yöntemi ile bir çıkarımda bulunmak istedim. Okuduklarım araında son derece tavsiye edilebilirlik niteliği bulunan kitaplardan biri olan Simyacı, okunduğunda kolay kolay insanın aklıdan çıkmayacak bir kitap niteliğindedir.

Türkçe kelimeler

Yaşamımızda kullandığımız kelimelerin ne kadarı öz Türkçedir? İçinde bulunduğumuz toplumda gerçekçi olmak gerekirse bunu önemseyen kişileri yüzdeye dökecek olsak %10 u geçmez belki de. Ancak kanaatimce bu gerçekten önemli bir konudur. Bence eğer bu konuya ne kadar özen gösterir ve ne kadar dikkat edersek güzel Türkçemizi o kadar yükseltmiş ve hak ettiği yüksek mertebelere ulaştırabileceğiz.

Yaşadığımız toplumda kullanılan bir çok  Arapça ve Farsça hatta İngilizce kelimelerin bu kadar kolay kanıksanması ve mesela Arapça bir kelimenin ne olduğu anlatılırken yine dilimize pelesenk olmuş bir diğer Arapça kelimeyle açıklanması bence o kadar hoş bir şey değil. Evet, biliyorum bunun kökleri bir kaç yüzyıl öncesine dayanıyor ama istenirse güzel Türkçemiz ile de gayet güzel nazım ve nesir eserler pek tabii ki verilebilir. Bunun en güzel örnekleri olarak Hüseyin Nihal ATSIZ ın duru bir Türkçe ile aruz vezninde yazdığı şiirleri örnek verebiliriz ki bu şekilde şiir yazmak da her yiğidin harcı değildir.

Dilimizdeki Arapça-Farsça kelimelerin pek çoğu İslamiyet sebebiyle dilimize girmiştir ve bu gayet normaldir, benim buna bir diyeceğim yoktur. Benim eleştirdiğim nokta İslami kelimelerin haricinde Arapların, Farsların ve din haricinde İngiliz ve Fransızların pek çok kelimesini dilimize alıp, bunu çok doğal ve güzel gösterip dilimizin küçük görülmesidir. Rahmetli bilim adamı Prof. Dr. Oktay SİNANOĞLU, dünyayı gezmiş ve bir çok bilimsel araştırma ve çalışma yapmıştır, Sinanoğlu, gezip gördüğü yerlerde insanların kendi dillerinde bilim yaptığını ve biz Türklerin de bunu yapmamızın doğru olacağını söylemiş ve pek çok bilimsel kelimeyi Türkçeleştirmiştir. Bu tavrıyla bence gerçekten çok yerinde ve değerli bir işe imza atmıştır. Keşke daha pek çok böyle düşünen insanımız olsa.

Uçurtma Avcısı üzerine

Khaled Hossaini nin bir şaheser niteliğindeki eseri olan Uçurtma Avcısı gerçekten insanlığın en önemli olgularından olan dostluk ve kardeşliği abartısız şekilde ifade ediyorum ki belki de en iyi anlatan kitapların başında gelebilir. O kadar içten ve o kadar insanın içine işleyen bir hikayesi var ki gerçekten okuyucunun hayatında unutması zor bir kitap halini alıyor. Kitabı okumadan önce internette sözlük yorumlarına baktığım zaman genellikle çoğu şeyin kötülendiği sözlüklerde bu kitap ile ilgili neredeyse hiç kötü yorum bulamadığım gibi, öte yandan bu kitabı okuyup hüngür hüngür ağladığını ifade eden pek çok yorumu da okudum.

Burada kitabın özetini yapma taraftarı değilim. Gerçekten öyle bir kitap ki özetten vb. okununca anlaşılacak bir şey değil. Kitabı elinize alıp o satırları okuduğunuzda bu kitabın insanı içine çeken dünyasına kapılıp gideceksiniz.

Elveda Güzel Vatanım üzerine

Ahmet Ümit in Elveda Güzel Vatanım adlı kitabı kesinlikle son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitaplardan biriydi. Gerek konusu, gerek mektuplar şeklinde bina edilmiş olması, gerekse de karakterlerin gerçekliği gerçekten kitabı son derece etkileyici kılıyor. Kitapla ilgili tek eleştirim, hikayenin özellikle ortalarından itibaren aslında sonunun az çok tahmin edilebilir olmasıydı. Ancak yine kitabın sonundaki bir cümle, beni gerçekten çok etkiledi bunu da yazıya dökmeden geçemeyeceğim... Biraz önceki satırlarda belirttiğim gibi sonu ortasından az çok belli oluyor, lakin kitabın sonunda ana karakterin sevdiği kızın düştüğü bir not gerçekten insanı derinden etkileyici nitelikte.

Ayrıca yazar Ahmet Ümit in bu kitabı oturup bir oturuşta yazmadığı kitapta açıkça belli olur niteliktedir. Çünkü karakterlerin gittiği mekanlar, bu mekanlara ait detayların amiyane tabirle kafadan atma şekilde oluşturulmadı çok açık belli oluyor. Belli ki yazar, bu kitap için sanki bir araştırmacı gibi gitmiş ve o yerleri görmüş ve eserinde detaylara son derece sağlam bir şekilde yer vererek okuyucuyu esere daha iyi bir şekilde katmıştır.

Sonuç olarak Ahmet Ümit in son kitabı Elveda Güzel Vatanım, hem içinde barındırdığı aşk hikayesi, hem verdiği tarihi bilgiler ve hem de Ahmet Ümit in kitaplarının olmazsa olmazı olan polisiye unsurları ile son dönem edebiyatımızın içinde kendine sağlam bir yer alıyor.

25 Nisan 2016 Pazartesi

Fuzuli ve Su Kasidesi

Aslında başlık, çok akademik ve gerçekten bir araştırmanın sonucu edinilen bilgileri yayınlayacak bir yazının başlığı gibi oldu ama pek öyle olmayacağını baştan söylemem gerekiyor. Ben, bu yazıda Divan edebiyatımızın en mükemmel şiirlerinden birinin bana göre nasıl bir şiir olduğunu yazmaya gayret edeceğim.

Su Kasidesi, herhangi bir insana yazılabilecek en müthiş aşk şiirlerinden biridir bana göre. İçerisinde o kadar naif, saf ve temiz duygular barındırır ki ve aşkını öyle güzel dile getirir ki yanlış hatırlamıyorsam 13. veya 16. beyitine kadar bu eserin ilahi aşk şiiri mi mecazi aşk şiiri mi olduğuna karar verilememiştir. Bahsettiğim beyitte bizzat Peygamberimiz ile ilgili bir olduğu çok açık olduğundan o beyitten sonrasının kesin olarak Peygamberimiz için yazılan bir ilahi aşk şiiri olduğuna kesin gözüyle bakılır ancak o beyitten öncekiler için hala bir muallakta kalma durumu söz konusudur.

İşte, 16. yüzyılın ve tüm bir divan edebiyatımızın en muhteşem şairlerinden olan Fuzuli, Su kasidesindeki bu derece müthiş sanatkarlığı ile kendine bir kez daha hayran bıraktırıyor. Örnekler vererek şiirin ahengini bozmak istemedim, o kadar muhteşem bir şiir ki ancak bütününü okuyarak tadına varabilirsiniz...

Türklük Bilimi nedir?

Türklük bilimi, ilk kez görüldüğünde insanda soru işareti bırakabilecek bir isim olabilir. Bu ismi ilk kez gören biri, şaşırabilir bu gayet normaldir aslında. Ancak, tanımına baktığınız zaman, aslında Türklerle ilgili her şeyi kapsayan bir araştırma sahasını ihtiva ettiğinden, aslında tarih gibi, edebiyat gibi, Türk dilinin ses ve şekil bilgisi gibi, farklı Türk şive, lehçe ve ağızlarının özelliklerini içeren bir bilim dalı olması nedeniyle aslında Türklerin dillerini, tarihlerini, kültürlerini inceleyen gerçek bir bilim dalıdır. Olaya sadece bilimsel düzeyde bakmayıp, yani Türkolojiyi sadece ders ve bilim adamlarının inceleme sahalarından biri olarak görmeyip daha geniş bir açıdan baktığımızda bu bilim dalı aslında milletimizin dilini, tarihini ve edebiyatını milletimize öğreten bir bilim dalı olması nedeniyle son derece önemlidir.

Cümle ve cümle kurmak

Cümle, Arapça bir kelimedir ve Türkçemize tümce olarak geçmiştir. Benim buradan anladığım, ve mantıken de anlaşılacak olan cümle dediğimiz yapının belli bir şeyi toplayıp onu bütünlemesi ve bir yapı oluşturmasıdır. İşte burada devreye kelime girmektedir. Birden çok kelime bir araya getirir, yazının başındaki ifadeye uyacak olursak, kelimeler bütün halini alır, toplanır ve tümce, bir diğer adıyla cümle halini alır. Peki, insanlar cümle kurmayı nasıl öğrenir? Bunun cevabını bulmak için bebekliğimize kadar inmemiz gerekmektedir. Çünkü, insanlar çok küçük yaşlarda, çevresindeki insanların konuşmalarını duyarak cümle kurmayı öğrenirler. Peki ya bunu nasıl olur da zaman içinde unutmazlar? İşte o da Allah tarafından insanoğluna bahşedilen bir lütuftan başka bir şey değildir. Allah ın insanlara bahşettiği belki de en önemli özellik olan, insanoğlunu diğer canlılardan ayıran belki de en önemli organı olan beyni sayesinde insanoğlu konuşmayı, cümle kurmayı çok küçük yaşlarda öğrenir ve unutmaz.

Armin Vambery'nin İlginç Hikayesi

Armin Vambery, Macar Türkolojisi denilince akla ilk gelen isimlerdendir. Macaristan sınırları içerisindeki ilk Türkoloji profesörü olması bir yana, yetiştirdiği bir çok ünlü Türkolog ile de Türkoloji sahasına büyük katkılar yapmıştır. Buraya kadar Vambery hakkında pek de ilginç bilgi yok, ama Vambery nin Osmanlı içine sızmış bir casus olduğunu öğrenince şaşırmamak elde olmuyor. Aynı zamanda bir seyyah da olan bu gizemli adamın casusluğu ile ilgili Mim Kemal ÖKE nin yazdığı Saraydaki Casus isimli kitap son derece bilgi verici nitelikte olacaktır. Bugün bakıldığında film senaryolarına taş çıkartacak nitelikte bir hayatı olduğundan hiç şüphemin olmadığı bu gizemli adam her ne kadar casusluk gibi bir iş yapsa da Türkoloji ye yaptığı katkılar ve Türkçe nin ilk etimolojik sözlüğünü yazmak gibi son derece faydalı ve aydınlatıcı bir iş yaptığı için takdiri de hak ediyor kanaatimce.